Seksenlerİn yabancı şarkılarını dinliyorum arabada kafam dağılıyor, bu günlerde yeni olan ve gündem ilgimi çekmiyor...Şarkıları ilk dinlediğim zamanları hatırlamaya çalışıyorum. Kopuk kopuk siyah, beyaz çocukluk, gençlik fotoğraflarım geçiyor gözümün önünden, arkadaşlarla kol kola girmiş Saray caddesinden borsaya gidiyoruz, çay varmış!
Otelin önüne bırakıyorum arabayı, sahile inmek, kapağı bir balık lokantasına atmak, nefes almak niyetindeyim şayet böyle bir şey mümkünse!
Ezbere bildiğim dar sokaklar, beli bükülmüş evler, odun kokusu, bir fakirlik, bir kimsesizlik, kahvehane önlerine birikmiş gençler, olan bitene inat; bu senede bahar geldi ulan! diye nara atan çiçeklenmiş ağaçlar.
Her zaman gittiğime değil de yanındaki lokantanın sundurmasına oturdum bu defa, güneş tepelerin üzerinden kaybolmak üzere, benden başka bir çift var, erken başlamışlar besbelli, dalgınlar.
Sorduğumda "değilim" dedi ama bence sarhoştu garson, iddialı konuşmasından anladım; "gündüz içmem ben!"
Masa örtüleri kağıttan artık, çakma, usulden, adet yerini bulsun diye lakerda yok!
- Neden?
- Hafta sonu çıkarıyoruz ağbi, satılmıyor ziyan oluyor.
- Kavun?
- Çok tatsız oluyorlar ağbi, almıyoruz.
- Mezen ne var?
- Gel beraber vitrine bakalım ağbi...
Vitrine bakıyoruz, olabildiği kadar donatıyorum masayı...
Otuzlu yaşların yarısını geçtiğini tahmin ettiğim bir arkadaş deniz kenarına kurduruyor masayı, yalnız, bir ara beraber oturmayı teklif ediyor, " arkadaşlar gelecek" deyip sallıyorum...
İsimleri, suratları farklı farklı ama tanıyorum bu adamları.
Ya kanat kırığı, ya gönül.
Zehrini akıtacak birilerini arıyor, kim olursa artık. Bir onu önemsesin, adam yerine koysun, dinlesin, anlasın istiyor da yorgunum canım kardeşim, bugün havamda değilim.
Neden bilmem garsonla kapışıyorlar, hışımla hesabı istiyor, kalkıyor.
İnsan değil miyim? Merak ediyorum;
- Hayırdır?
- Lüfer istedi, yok dedim, "vitrinde gördüm" dedi. Vitrinde iki tane levrek var ağbi onları söylüyor, levrek onlar dedim, kızdı, deniz çocuğuymuş sözde...
- İdare etseydin sende pişirseydin levreklerden birini.
- Üç kağıtçı mıyız biz ağbi, lüfer niyetine levrek satalım! İkisinin kilosu farklı, lüfer niyetine levrek pişirirsen lüfer parası almak lazım! Arada sırada gelir böyle, olay çıkarır gider, seramikte çalışıyor, gelme de diyemiyorsun...
Gülüyorum.
Sonra gece iniyor, sundurmanın altı sessiz, deniz sessiz, rüzgar da yok.
Günden geriye ne kaldı diye düşünüyorum, son zamanlarda çok sık yapıyorum bunu. Ya böyle deniz kenarında ya evin balkonunda, günden geriye; söylenmemiş yutulmuş cümleler kalıyor, idare etmeler, bazen hiç ummadığım bir insanın söylediği güzel bir söz, bazen nasıl oluyorsa artık nicedir dinlemediğim bir şarkının melodisi veya nakaratı, bazen öfke...
- Ağbi var mı bir eksiğin?
- Yok kardeşim...(Laf olsun diye soruyorum) Nerelisin sen?
Söylüyor garson, tanıdığım, kaybettiğimiz bir arkadaşımı soruyorum;
- Tanır mısın?
- Tanımam mı ağbi, zamanında az dayağımı yemedi!
Garson elli kilo, sorduğum rahmetli iki metreydi, güreşçiydi üstelik!
Gülüyorum, gülünce oturuyor garson.
- Ağbi sen ne iş yapıyorsun?
- Boştayım bu ara.
- Onu nerden tanıyorsun?
- Asker arkadaşım!
- Arada değişik adamlar geliyor buraya, bir ağbimiz var, uzun boylu top sakallı falan, yaşlı, kendi kendine konuşuyor, biz adamı kırık zannediyoruz, bir akşam İstanbul'dan misafirler geldi, tanıdılar bizim top sakallıyı, profesörmüş adam iki ay önceden randevu almak gerekiyormuş...
İçeriden seslenince kalkıyor, çok geçmeden bir meyve tabağı bırakıyor masaya;
- Şirketten.
Hesabı ödüyor, kalkıyorum...
Dar sokaklar, kapanmış dükkanlar, eski evler, yeni arabalar, günden geriye bir M.F.Ö şarkısı kaldı, bakalım yarın ne olacak?