Yeşil sarmaşıkların tutunduğu, ulu ağaçların arasında kıvrılan, çürümeye yüz tutmuş, cansız yaprakların kapladığı ince patikada yürüyorum.
Orman ellerini açmış yağmur bekler gibi.
Devrilmiş kalınca bir ağacın üzerine oturuyor, gözlerimi kapatıyor, bilmediğim bir dilde fısıldayan rüzgârın söylediklerine anlam vermeye çalışıyorum.
Ağaçkakanı, bülbülü ve kargaları saymazsak sessizlik ne güzel şey!
Piknik yapanlar var, palamut kızartıyorlar…
Koku usta bir çilingir. Kilitler dönmeye, pas tutmuş menteşeler gıcırdamaya, kapılar açılmaya başlayınca, hatırlamayacaksın da ne yapacaksın.
Palamutları takoz kesip kızartmış, salataya limon sıkıyordum ki kapı çalmıştı.
Karşı komşunun küçük oğlu. Bir baş soğan istemişti.
Balkonda filenin içinde durur cücüklenirdi soğanlar, kırk yılın başında aklıma gelecek de çoban salatasına girişeceğim!
İrilerinden, sağlamından, komşuya verilecek gibi olanından birini seçtim geldim.
“Balık mı pişirdin Ali ağabey?”
Boş mu bulunmuştum? Çocuk ister diye mi düşünmüştüm? Nasıl bir aymazlıksa artık?
“Apartmanda başkası…Bana da koktu!”
İnanmaz gözlerle bakmıştı.
Kapıyı kapatınca kalmıştım öyle. Hayret etmiştim kendime.
İkinci dubleden sonra hiç yemeden çöpe atmıştım palamutları! Arkasından anasonla karışık bir ağlamak bende. Hıçkıra hıçkıra, burnumu çeke çeke, sümüğümü koluma sile sile, nasıl ağlanıyorsa öyle işte!
Kitaplardaki kötü adamlar gibi mi olacaktım korkusu sarmıştı benliğimi.
Halbuki böyle görmemiştik, annem gönderdi kokmuşturlarla geçmişti çocukluğumuz.
Ertesi akşamüstü sahile iniyor, irilerinden bir palamut alıyor çalıyordum komşu kapısını.
“Arkadaşlar yakalamışlar bolmuş bu sene!” diyor, uzatıyordum beyaz naylon torbayı.
“Buyur, beraber yiyelim” demişti, yüzünü ve ismini hatırlamadığım kadın.
“Kadir ağabeyin de gelmek üzeredir.”
Eve kaçmıştım.
Çok gençtim!
Aradan çook yıllar geçince renkler karışıyor. Arkadaşlara bakıp çıkacağım ezikliğinde fakat tanıdık birilerine tesadüf etme umuduyla girilen kalabalıklarda, kahramanlar yer değiştirebiliyor!
Diskoteğin kapısından Kâhya Yahya ürkekliğinde giren siz de olabilirsiniz,
“Amaaan Ali gelmiş” diyerek başını çeviren de.
“O gece biz de oradaydık kardeşim göremedik seni!”
Hayat öğretmeye başlayınca, soğan isteyen çocuk da oluyorsunuz, palamut kızartan delikanlı da.
Hava soğuk, üşür gibi olunca yürümeye devam ediyorum.
Köşeyi dönünce, tokalaşıp ayrıldığını görüyorum iki adamın. Beş dakika önce kalksam filmin sonuna şahit olacağım. Biri diğerinin omuzuna vuruyor, teselli eder gibi, sıkma canını, bu da geçer der gibi.
Gidenin arkasından uzun uzun bakıyor kalan, ne olacağını, dilim varmıyor ama bir daha göremeyeceğini bilir gibi!
Hissediyor insan, giden biliyor, kalan biliyor, yol biliyor.
Değiştiremedikten sonra bilmek kadar ağır bir yük mü var? Yaşanması gereken yaşanıyor…
Cevabını aradığımız sorularımız oluyor.
Kim, neden giriyor hayatımıza?
Cevaplar da çok. Sen hangisinin gölgesine sığınacağını, hangisine inanacağını seç yeter ki! Özgür irademizle en çok kötüleri sokuyoruz hayatımıza… Önemli hissedelim diye belki. Belki meraktan?
Yalancının yerine bahaneler üretiyoruz, iyi adam aslında!
Şimdi sorsam şu kurbağaya, “görmezden gelmek her geçen gün zorlaşıyor” diyecek.
İnsanların hatalarını yüzlerine vurmadığın kadar iyisin, o da sıkıyor!
Eski yeşil paltosuna sarınmış, elleri ceplerinde ufak, tefek bir kadın geçiyor yanımdan, telefonla konuşuyor.
“Senden başka kimsem yok benim!”
Alacalı başörtüsü, hırsla attığı küçük adımları, yere bakıyor.
Bir hayale mi gidiyor?
Gittiği düş kırıklığından geri mi dönüyor?
“Sigaran var mı ağabey?”
Küçük elleri titriyor yakarken.
İçinde hissettiği boşluk midesini bulandırır bazen insanın, öğürürse rahatlayacağını zanneder.
Düşecekmiş gibi yeşil sarmaşıkların tutunduğu ulu bir ağaca dayanıyor, öğürüyor.
“Çürümeye yüz tutmuş yaprakların fedakarlığını yalnız toprak bilir” diyor kurbağa.
Hava kararıyor, patika ikiye ayrılıyor…