Pırıl pırıl güneşli bir havada, ikindiden sonra, kasaba mezarlığının kuytusuna, servi ağaçlarının gölgesine, deniz gören bir yere gömdük Nejat ağabeyi.
Kahvaltıdan sonra çocukları, torunları öpmüş, hatta yenge “yaşlandıkça daha duygusal oluyorsun” diye takılmış, sahile yürüyüşe çıkmış köpeği Krakerle beraber, düşmüş sonra… Kalp dediler.
Yetmiş yedi yaşındaymış, daha genç gösteriyordu hâlbuki, dinçti, sabah akşam yürürdü, yüksek sesle konuşurdu, kavga eder gibi.
Çok kızdığı zaman söverdi de, sövmek herkes de şık durmaz ama Nejat ağabeye yakışırdı. Usulen yapmazdı hiçbir şeyi, saklamazdı da, ağlarsa hüngür hüngür, gülerse kahkahalarla… Fenerbahçeliydi, iki eli kanda olsa maçlarını kaçırmazdı, beş sene önceye kadar deplasmanlara dahi giderdi, tribün tanırdı Nejat ağabeyi, o da tribünü.
Kasabanın tek balık lokantası Fırdöndü 'de otururduk bazı akşamlar, laflardık.
“ Ilık bir havada öleyim ben Alicim” derdi. “ Ne terlesin, ne üşüsün insanlar!”
Dediği gibi, ne terledik, ne üşüdük.
Kasabanın iki kuyumcusundan bir tanesiydi Nejat ağabey, Hacer'in de akrabasıydı.
Hacer, eşim.
Seneler önce onuncu evlilik yıldönümümüzde, güllerle beraber imitasyon bir yüzük aldım Hacer'e, aklımca şaka yapacağım. Ortada bir tane kalp, etrafında on tane taş, kim sorarsa elmas.
Eve geldim, beyaz dantel bir örtü serilmiş masanın üzerine, mumlar, kadehler, fonda Alpay. Oturduk, yemeğin en romantik yerinde çıkardım yüzüğü verdim Hacer'e, parmağına takacak “ taklit kızım” diyeceğim, güleceğiz.
Şimdi neden böyle bir şey yaptığımı düşünüyorum da, hiç, çocukluk, cahillik.
Hacer mum ışığında uzun uzun inceledi yüzüğü, geldi kocaman bir öpücük kondurdu, “ çok para vermişindir, ne gerek vardı” deyince lal oldum, kaldım öyle, ağzımı açamadım.
O geceden sonra bir iki defa yüzüğün sahte olduğunu söylemek istedim fakat ben her konuyu girişimde o, yüzüğü arkadaşlarının ne kadar çok beğendiğini, kaybetmeye korktuğundan günlük kullanmadığını, kızımız olursa yüzüğü ona bırakacağını anlattı.
Ben sustum.
Söylenecek bir şey olmayınca utancını sessizliğin içine saklıyor insan.
Zaman en çabuk ayıpları unutturuyor.
O yüzden atılan kazıklardan çok yenilenler hatırlanıyor.
Yalan güzel olunca gerçeğin yerine alıyor.
Hayat azıcık da neye inandığın ya zaten, yüzüğün sahte olmasının kime ne zararı var, biz gerçek olduğuna inandıktan sonra…
Her çıkışın bir inişi vardır derler. Ekonomik krizin iyice kendi hissettirdiği dönemler, fabrikalar ya başka ülkelere taşınıyor ya kapanıyor.
Önce Hacer'i bankadan çıkardılar, sonra beni yıllardır çalıştığım ilaç firmasından.
Çıkış paralarımızı da aldık almasına da, hazıra dağ mı dayanır?
İş aramakla, görüşmelere gitmekle, telefon başında beklemekle geçen zor günler başladı sonra.
Allah düşmanımın başına vermesin derler ya, öyle günler.
O işe yaramazlık hissi, her görüşmede hayatında ilk defa karşılaştığın insanlara kendini beğendirme çabası sonrasında küskünlük, öz güven kaybı, ahlar, keşkeler, depresyon.
Yaşayan bilir, okuyana, dinleyene masal!
Yakınlarımız, akrabalarımız vardı var olmasına da, kimseden para isteyebilecek insanlar değildik ki biz. Çocukken ne kadar aç olursak olalım, misafirliklerde sofraya çağrıldığımızda “tokum” demeyi öğretmişlerdi bize, faturayı kendimize kesmeyi, kabahati aynada gördüğümüz yüzde aramayı…
İşsizliğin altıncı ayında babadan kalma arsayı sattım, küçücük, mendil kadar bir yerdi zaten.
Birinci yılda emektar da gitti.
Ne yalan söyleyeyim arabayı sattıktan sonra gecenin kör yarısı dalgakıranda hüngür hüngür ağladım. İsyanın, sorgulamanın, nedenlerin, niçinlerin havada uçuştuğu, hala unutamadığım karanlık bir geceydi.
Dostu, düşmanı insan böyle günlerde anlıyor.
Telefon günde bir kerecik çalmaz mı?
Biri arayıp en azından Alicim nasılsın demez mi?
Demiyor işte.
Yalnızlığın ne demek olduğunu, paranın ne demek olduğunu o günlerde anladım, ömrümün sonuna kadar da kulağıma küpe.
Elektrik, su parasını denkledik ama ev kirasını ödeyemedik o ay. Rıza amca “canını sıkma” dedi, demesine de, işler öyle yürümüyordu işte.
Yine iş görüşmesine gittiğim bir günün gecesinde eve geldim. Hacer'in ağlamaktan gözleri şişmiş.
“ Ben bugün bir şey yaptım” dedi, elindeki sarı zarfın içinden bir tomar para çıkardı.
“ Yüzüğü bozdurdum!”
Dünya üzerime devrildi sanki nefes alamadım bir süre, yüzük sahteydi diyemedim.
“ Altı bin lira, sen sonra yenisini alırsın bana!”
“ Kime bozdurdun?”
“ Nejat ağabeye”
Ertesi sabah Nejat ağabeyde aldım soluğu, görür görmez anlamış yüzüğün ne olduğunu, gerçekmiş gibi tartmış, ederini hesaplamış vermiş parayı…
“ Sıkma canını Alicim sonra anlaşırız biz senle” dedi, başka bir şey de söylemedi.
Öyle bir adamı gömdük bugün, hava ılıktı, ne üşüdük, ne terledik...