İbrahim Çeşmecioğlu

12 Eylül 1980 -1

Anımsadıkça ürperdiğim, geriye dönüp baktıkça tırnaklarıma kadar sızladığım yılları yazacağım bugün kıymet verip okuyan dostlarım için. Hal buysa ne kadar istedim de içimdekileri dökemedim kimseye lâyıkıyla şimdiye kadar. Ah ne kadar çok yazmayı bekledim de, kendimi ağılarım diye bir türlü cesaret edemedim kalemi elime almaya şimdiye kadar.
Bu sabah, yani üzerinden tam kırk bir yıl geçtikten sonra bütün namuslu insanların o dönemde yurdumda oluşturulan fecaatın, kimlerin sefahatına hizmet ettiğini bir de benim gözümden bakarak anlamaya çalışmalarının artık görev olduğunu ve bundan daha fazla kaçamayacağımı hissettim. Şimdi yazacağım cümledeki gibi kimseyi inandırmak için sözlerime kutsal anlamlar giydirmeyi sevmem ama, yeminlen bütün tüylerim diken diken yazmaya çalışıyorum sevgili okur!
Lise birinci sınıftayım. Derslerim çok iyi olmasa da kötü de diyemeyiz hani. Eski kâgir evimizin önüne yeni betonarme evimizi henüz yaptırmışız köylük yerde. Bin bir güçlükle tamamlamayı becerdiğimiz ocağın efil efil gururu üstümüzde ailecek. Alt katta tek bir oda ve ektiğimiz mahsulleri koyacağımız kocaman bir depo bulunuyor. Üstü ise iki oda bir sofa diyeceğimiz kadar küçük ama, bizim içimizde çok emek verilmiş ve onun sonucunda nimetimiz payesini almış iki katlı bir bina bu. Zemin kattaki yalnız odanın sırtına yaslanmış o büyük alan ise biz Ortaköylülerin dilinde “mağaza” dır efendim. Biz depolama alanına burada öyle deriz anlayacağınız! Tabii ben okuldaki arkadaşlarımla konuşurken de soğan, saman, sarımsak, pekmez, kış kavunu, gündöndü, ambarlarımızda buğday gibi bir sürü ürünümüzü sakladığımız depodan “mağaza” diye bahsedince, Türk filmlerindeki fakir oğlanın fukaralığından utanıp da, hiç bir zaman olmamış zenginliğini abartarak anlatması pozisyonuna düştüm bir anda! Yüzüme bakan herkes “Amma ne salladın be İbrahim” der gibi inceden sırıtınca: işte o anda aslında bizdeki mağazanın beyaz eşya veya mobilya mağazası olmadığını, sadece ekip biçtiğimiz mahsullerin saklama alanı diye tarif edebileceğimiz bir depo olduğunu derhal söyledim onlara. Böylece istihza ile bakan sınıf arkadaşlarımın tükenmez tarrakasından usulca sıyrılmış oldum.
İşte o geniş alanın komşusuydu uzun yıllar ders çalıştığım mekânım. Birde tabii..bir gün kesinlikle gerçekleşeceğini düşündüğüm hayallerimin güzide makamıydı aynı zamanda bu oda. Güneş geç vururdu kobalt mavisi duvarlarına; kimi zaman ben geç gelirdim odamın kalbi gibi tak tak diye vuran saatin altındaki divanıma. Özgünlüğüm, üzgünlüğüm, özgürlüğümdü ergenliğimin netameli yıllarında! Bir gün, babamın işte bu odadaki normal ebatlardan büyük ve inşaattan artan kerestelerden kendi yaptığı divanda, daha elli dört yaşında gencecik bir adamken son nefesini vereceğini henüz bilmiyordum!
Bilmiyordum insanlar acıyarak öğrenirler en soylu, en insanca duyguları kalbinin odalarındaki kızıl yalnızlığında... Bilmiyordum henüz.
İşte bu, emeğimizin anıtı iki katlı evin üst bölümünde, ev halkı tarlaya gideceği için erken kalkar, telaşla kahvaltı eder ve aynı aceleyle çepinleri, çapaları, bir de öğlen yemeği için hasır sepete konacak yiyecekleri hazırlardı. Köyde yaşayanlar bilir o güzelim saç örgüsü hasır sepetleri. Hem de bilirler kapurcaklara konan yaz helvasını; patlıcan biber kabak kızartmalarının yorgun kır sofralarındaki domates soslu lezzetini; çok iyi bilirler. Ayranın karpuzun ya da hoşafın çeşmenin yalağında buz gibi soğutulup toprağın üzerine serilmiş çendile konmasını, vakti zamanında böyle bir sofraya oturmuş herkes benim gibi burnunun direği sızlayarak hatırlar mutlaka!
Biz yine dönelim o sabaha. 12 Eylül 1980 sabahına... Ben zemin kattaki odamdayım fakat üst katta her zamanki koşturmaca yok sanki. Kulağıma gelen ayak sesleri, merdivenlerden hışım gibi inip çıkanlar duyulmuyor bu sabah.
Tuhaf! Evimizde olan düzenin ve normalin dışında işler bunlar. Halbuki daha bağlarımızdan üzümlerin hasadı olacak. Tarlada toprak yüzeyine kuruması için se-rilen soğanlar çuvallanıp eve taşınması lâzım bugünlerde. Yağmurlar başlamadan acil bitmesi gerekir saydığım bütün işlerin. Zira aniden sağanak bastırırsa, ıslanan soğanlar ve samanlar depolama alanında toplu halde çürür kış ayları boyunca. Üzümler çok beklerse eğer dalında, tadından olur güz yağmurları yağdığında. Telef olur, ziyan olur sofralara gelmeden altın sarısı yapıncak salkımları!
Emek zayi olur, heves perişan, neyleriz sonra soğuğun karanlık kışında. Evin inşasından kalan borçlarımız henüz bitmemiş, huzurumuz tamamına ermemiş.. neyleriz acep böyle, neyleriz!
Daha mağazaya indireceğimiz soğanların ot ve samanlardan yatağı hazırlanacak. Çok titizdir babam bu “yatak” mevzuunda. Mahsul betona değip de bozulmasın diye bizzat kendi uğraşır günlerce yerini hazır etmek için. Soğan dediğin mübarek öyle bir mahsuldür ki, tonlarcasının içinden bir tanesi çürümeye başladı mı tamamına sıçrar hastalığı. Ailemiz için düşünebileceğiniz en büyük felaketlerdendir depolama alanındaki böyle bir ihmal anlaşılacağı üzere.
Yani öyle çok iş var ki önümüzde, oyalanıp gevşek davranana rahmetli babam deli olurdu bugünlerde, deli!
Bir de bağbozumu sonrası Çatalca panayırı olurdu ki, evdeki herkesin bütün sene verdiği emeği babam ziyadesiyle ödüllendirirdi orada. Hiç kimsenin talebini kolay kolay geri çevirmezdi ince uzun boylu, koyu esmer yüzlü Kara İbram. İşte ben (Kara İbramın oğlu İbram).. o uzun ince adamın oğlu.. önce o günlerin ailemiz için emeklerimizle ulaşılan mütevazi ganimetlerinden bahsettim. Şimdi ise ülkece başımıza örülen o yılların felâketlerinden bahsedeceğim..

(12 EYLÜL 1980-2 diye devam edeceğim)

YORUM YAP