Ama bu sabah.. bu sabah ne vardı böyle evimizde Allah'ım! Hepimiz yaşıyorsak ölen neydi içimizde!
Neden gülüşsüzdü güneş, esgin değildi rüzgâr, zehirliydi hava?
Ne olmuştu sokaklara.. neden uçuşmazdı kuşlar, niçin gidişsizdi yollar?
Neden camların ardına sinmişti özgürlük, niçin büzüşmüştü dudaklar, çatılmıştı kaşlar?
Neden birbirine sır gibi korkuyla kilitlenmişti feri kaybolmuş gözler.. hatta niçin serinsiz ve gölgesizdi teeeey gökyüzüne uzamış dallı yapraklı kavaklar, neden?
Elimdeki kalemi kitabı ders çalıştığım sehpanın üzerine koyup okul hazırlığına giriştim. Elbisemi sırtıma geçirip, hiç çözemediğim için urgana dönmüş kravatımı eğri büğrü boynuma geçirdim. Balkonumuzun önündeki yaşlı akasya ağaçlarının yaşama ısrarına yapışıp kaldı gözlerim. İstemsizce, reverans edercesine eğildim sanki önlerinde. O gün Ak'asyalar hayatımıza gelmekte olan kara'yasaların asacağı gencecik evlâtlara darağacı olacak arkadaşlarına ağıtlanıyordu sanki. Bir çok canlı türü gelecek depremi önceden hissedip çırpınır ya huzursuzca; hani başlayacak yıkımı duyarak alfabesiz diliyle feryat eder ya durup durup! İşte tam da öyle titretip sarsılıyordu önümdeki ağaçlar sesini duyurmak için çaresizce!
Ağaçlar ve Şamanlar binyıllar sonrasında gelecek kötülükleri bile, çığrından çıkmış dünyanın korkulu gözlerine bakarak anlarlarmış ey yol erkân bilenler. Bizden olsun bugünde okuduğunuz satırların arasında hatırlatması. Doğal akışı bozacak her şeyi, doğanın eşsiz aklıyla kavrar toprağın öz evlâtları yani. Hususen Akasyalar bilmişti tabiatın benzersiz işleyişi içinde, memleketimin üzerinde gezecek o uğursuz anaforun ölümcül zararlarını! Barut kokacaktı sokaklar, kan akacaktı pusularda. Ölüm sinecekti parklara ağaçlara.. zalimler oturacaktı adaleti, güvenliği, hizmeti, eşitliği sağlaması beklenen koltuklara!
Çok tuhaftı bu sabah, çok tuhaf..
Babam sessiz tedirgin, annem acelesiz mutsuz, ben hiç bir şeyden habersiz huysuz, mahut bekleşiyoruz.
Toparlandım. Ders programına göre kitaplarımı kolumun altına alıp yukarıya okul harçlığımı almaya çıktım. Önceki günlerde radyonun frekansları arasında gezinip Arif Şentürk, Bedia Akartürk veya Emel Sayın'ı arayan babam, endişeden kül gibi olmuş yüzüyle, otoriter bir sesin militer buyurganlığına dikkat kesilmişti. Şimdiye kadar yalnızca tabiatın buyruğundan başkasına kulak vermemiş dağ gibi adam, bağlarına dolu vurmuş gibi darmadağın bakıyordu yüzlerimize. Yaslandığı sedirin kolçağına acilen yığılmış kırışık bir eşyaya benzemişti bedeni.
Derinimde hissettiğim ama nedenini bilmediğim bu gerginliği öğrenmekten korkuyordum. Belli ki çok kötü şeyler olmuştu. Ancak ben içinde bulunduğum o anda, sonsuza kadar kaybedeceğimizi zannettiğim huzurumuzu bozacak olan şeyin kaynağını asla bilmek istemiyordum. Sanki öğrenmezsem hiç olmamış gibi yaşamaya devam edebilecektim. Odanın ortasında dururken, herkesin yüzüne asırlarca baktığımı zannettiğim 12 Eylül 1980 sabahını bir daha hiç bir zaman unutmayacaktım!
Üzerimdeki uyumsuzluğun ve evimizdeki uğursuzluğun garabetini azıcık dağıtırım diye her zaman yaptığım ve babamı da çok keyiflendirdiğini bildiğim hareketi yapayım bari dedim. Çok zaman yüzündeki ciddiyeti hiç bozmazdı babam. Ama gerekliydi şu anda üzerimize ölüm gibi çökmüş havayı bir nebze de olsa dağıtmak için küçücük bir espri. Yönüne döndüm. Sadece gözlerinin içinde ve azıcık aralanıp yana doğru gerilen dudaklarında görebildiğim gülüşünü tekrar geri getirmek için, başparmağım ile işaret parmağımı birbirine sürterek “para” işareti yaptım. Neşeli olduğunu bildiğim zamanlarda böyle isterdim hep harçlığımı. Bu sabah ise yeşilli kahverengili gözlerindeki o gülüşü tekrar yerine koymak için denemiştim bu ortak esprimizi.
Olmadı! katiyen gülmedi babam.!
Oturduğu yerde, bir anda zemine kapaklanacakmış kadar tekinsiz duruyordu. Elini dahi kıpırdatmayacak ölçüde durgundu, tepkisizdi koca adam.
Ben de sustum bütün evle birlikte.
Sustum! öyle ki en ağır suçların failiymiş gibi! Sustuk, sanki bu memleketin varlığına ailecek büyük yükmüşüz gibi.
Artık duramayacaktım ayaküstü odanın ortasında daha fazla. Aniden içeride cıva kadar ağırlaşan havanın yoğunluğundan kurtulmak için sokak kapısına doğru yöneldiğimi hatırlıyorum. Birkaç adım atmıştım ki, seslendi arkamdan:
“Nereye gittiğini sanıyorsun sen oğlum?”
“Okula..”
“Ne okulu yahu?”
Tamam dedim. Her gün bu saatte okula gittiğimden haberdar olan adam, sanki bilmezmiş gibi bana nereye diye soruyorsa, belli oldu gayrı.. içinden çıkılamayacak kadar kötü.. kim bilir belki kötü demek az, çok kötü şeyler olmuştu bizim buralarda!
Sormamı bekledi babam. Ne sordum, ne böyle bir lâneti öğrenmek istedim. O söyledi bir çırpıda, “Darbe oldu oğlum, darbe. Generaller el koydu yönetime. Yer gök asker dışarıda, nereye gideceksin. Sokağa çıkma yasağı başladı, duymuyor musun radyodan?”
Duymuyordum!
Yerimde duramıyordum, kulaklarım çınlıyordu uzun uzun..
Şaşkındım!
Kendi evimde sığınmacı, kendi penceremde cansız, mecalsiz, sokak kapımızın ardında mahpustum. Dalgündüz üzerimize çöken karanlığın içinde kaybolmuş bir ergen ruhtum.
Anlaşılır gibi değildi bütün bunlar, inanılır gibi değil!
O sabahın üzerinden tam kırk bir yıl geçti.
Her 12 Eylül sabahı ben, uçmasın diye telekleri yolunmuş yaban ördeği misali durduğum yerden gökyüzüne kanat vuran kuşları düşlerim hala. Katledilen Erdal Eren'leri, Necdet Adalı'ları, Mehmet Ceren'leri, Çorum'da öldürülen canları düşlerim!
Gözaltına alınan 650 bin kişinin gördüğü insanlık dışı tavrı düşünürüm. İşkenceleri düşünürüm ve bu işkencelerde ölen 171 insanımızın feryatlarını duyarım kahrolası güz sabahında! Uydurma isnatlarla İdam edilen elli insanımızın darağacındaki ipe vurmuş son nefeslerini düşünürüm içim darlanarak her 12 Eylül sabahı..
Dilerim içimizde beton gibi kaskatı durdurduğunuz zamanın, susturduğunuz kalplerin, döktüğünüz al kırmızı kanların ve soldurduğunuz umut dolu gencecik yaşamların ilenciyle azap içinde sonsuza kadar yaşayın ey darbeciler!
Dilerim içinde bulunduğunuz zamanın genişliği ile yaşadığınız mekânın büyüklüğünden fazla olsun ızdırabınız! Katlettiğiniz canların acılarından çok daha fazla azaplarla sırlanasınız zalimler!
Canını yaktığınız, uçmayı ve özgürlüğü unutturduğunuz memleketimin o yıllardaki gençlerinden biri olan bendeniz İbrahim Çeşmecioğlu, biliniz ki ölene kadar kargışlayarak hem de lânetleyerek anacak siz darbecilerin isimlerini.!
Ama sizden daha önce hasretle hem dahi içimiz sızlayarak anacağız katlettiğiniz yüzlerce vatan evlâdını:
Bitimsiz olsun huzurunuz, sonsuz olsun özgürlüğe adanmış yaşamınız. Turnaların kalbinde, gökyüzünün özgürlüğünde yaşayın. Ruhunuz şad olsun.