Tüm Süt, Et ve Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliği Başkanı Sencer Çolakoğlu'nun basın açıklaması çok vahim ve düşündürücü gerçekten. Bütün bunları yaşayıp farkında olmamak, okuyup da dert edinmemek için herhalde deli olmak lâzımdır.
Bahusus, onun söylemek istediklerini birkaç cümle ile girizgâh niyetine en başa iğneleyip tutturmak iyi olacak ki, durumun sadece tehlike değil, gıda terörü ve tehdidi boyutunu aldığını unutmayasınız. Ama aranızdan bazıları, “Olsun varsın! Şimdiye kadar nasılsa bolca et süt yedik-diğer devletlerin tüketimlerine baktığımızda hiç bir zaman böyle bir bolluk görmedik ya-nasipte vegan olmak da varmış” derseniz! Pazar fiyatlarını da alta yazabilirim hemencecik..
Mevcut duruma göre anlaşılıyor ki vatandaşa kalan tek çare, “Sebze pahalıysa eyleyin sabır sebat! Et yoksa bile bir gün elbet olur soframızda nebat” cümlesindeki umudu korumasıdır. E umut yoksulun ekmeğidir! Bizim de rahmetli Kemal Sunal gibi ekmeğimizi et soteye bandığımızı hayal etmek parayla mı sanki değil mi ama! Çünkü yakın zamanda bir bardak ayrana, eskiden en ucuz alabildiğimiz sebze ve meyvelere! Et, tavuk bir yana sakatata bile ulaşamaz duruma geleceğiz. “Peki, bu durum düzelmeyecek mi hiç? İçimizi şişirdiğin gibi çözüm nedir, onu da bir zahmet deyeydin ya mübarek” diye soranlara? En kısa yoldan düşüncemi belirteyim efendim: Aç insanda adalet ve erdem duygusu bulunmaz. Önce temel gereksinimimiz olan ve bizi ayakta tutan beslenme sorununu gidermemiz ve garanti altına almamız şarttır. Ama ondan önce “adalet ve erdem” gibi insani değerleri üreten zihinsel açlığımızı gidermemiz ise acil gerekli! O halde çok kitap okuyacağız. Topraklarımızda rant değil sebze yetiştirip, küçükbaş/büyükbaş hayvan üreteceğiz. Film, tiyatro, sinema izleyip, sanat sergilerini ailecek gezeceğiz. Tarih, edebiyat, felsefe, matematik bileceğiz.. iktisat, ekonomi ve pozitif bilimleri takip edeceğiz. Bakın bakalım o zaman sizi kim kandırabilir! Görün hele, TÜİK yüzde yüz elli olan enflasyonu yüzde elli diye açıkladığında kimse yutar mı! Kişi ve insan hakları bilincini taşıyan yurttaşlar sessiz kalırlar mı!?
Evet artık sözü TÜSEDAD Başkanı Sencer Çolakoğlu'na bırakalım:
KAMUOYUNA DUYURULUR
“Süt üreticileri olarak yıllardır zarar ediyoruz. Üreticinin zararı dayanılmaz seviyeyi aştı!!!
Tüm Dünya ve ülkemizde gıdanın önemi COVİD salgını ve Ukrayna savaşı sebebiyle herkes tarafından net anlaşıldı. Tüm zorluklara rağmen tarımsal üretim ve gıda üretimine devam etmeye çalışan üreticinin artan maliyetler karşısında dayanacak gücü kalmadığı için inekler kesiliyor!
Ülkede enflasyonun sebebi biz değiliz çözümü de biz değiliz. Tüm girdi hammaddeleri zamlanırken süt fiyatını sabit tutarak gıda enflasyonu kontrol edilemez! Üretim düşüşü aksine fiyatın daha da artmasına sebep olacaktır.
Üreticinin sesi kesilmiştir! Gıda Komitesi ve süt sanayicileri tarafından yönetilen süt fiyatı hiçbir zaman doğru sonuç veremez! Bir malın müşterisi fiyat belirlemez. Satan fiyatı belirler. Bu hatalar sonucunda 3 yıldır üretici ağır maliyet baskısı altında ezilmektedir ve işi hızla bırakma eğilimindedir. Bunun sonucunda ise süt inekleri kesime gitmektedir. Süt ve et ürünlerinde öngörülemez şekilde seyreden maliyetler sonucunda fiyat dalgalanmalarından dolayı hem üretici hem tüketici mağduriyet yaşamaktadır. Bunun Türkiye ekonomisine, çiftçisine ve halkına maliyeti büyük olacaktır.
Talebimiz nettir: Süt fiyatının maliyet artışına paralel olarak yem/süt paritesinin 1,5 seviyesini koruyacak şekilde belirlenmesi ve sürdürülebilir sınırlara bağlanması!
Biz hakkımız olandan vazgeçmeyeceğiz.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”
TÜSEDAD YÖNETİM KURULU
UGARLIK
Bir yanda savaş mağdurları.. sınır kapılarında, sığınaklarda uykusuz, huzursuz, umutsuz sabahlayanlar..
Öte yanda bu yangının ne kadar insanı yutacağının siyasi ve askeri hesabını yapanlar!
Bir yanda, yatının güvertesinde marsık gibi yanmış, buzlu kokteyli ile serinlemeye çalışan ebleh yüzlü, diyetisyen güdümlü kadınlar ile sindiriminin iğrenç kokusu dünyayı sarmış adamlar!
Beri yanda, toprağındaki karayı gönlünün ak umuduyla ışıklandırmış marul, bezelye, havuç, gündöndü ekicileri.. yurdumun ve dünyanın umudu çiftçiler.
Bir yanda dümdüz ovalara, bereketli toprakla nasıl çökerim diye plazasının boğaz manzaralı en üst katında purosunu tüttürenler!
Diğer yanda, dünyanın bu güne kadar verdiği en büyük sınavlardandır diyebileceğimiz pandemiden bizleri başarıyla çıkaran, ama özlük hakları için canı çıkarılan sağlık çalışanlarımız!
Bir yanda, kahır, çile, isyan!
Bir yanda, şan, şöhret debdebe ve nisyan!
İşte biz bütün bunların toplamına UYGARLIK diyoruz !!!
ŞEYTAN DUYSA DUDAĞINI ISIRIR!
Britanyalılar diğer devletlerin aksine savaş gemilerinin güvertelerini haki yeşile veya soluk griye değil, kırmızıya boyarlarmış. Yer yüzünü sahanda omlet gibi sıyırıp midelerine gömmeye alışmış bu dangalaklar, her eylemi doyurulamaz açlıklarına göre yaptıkları için, ne eylerseler hep kuşkuyla karşılamak lazım diye düşünürüm! Onların dişlerini Tanrı gülmek için değil, öğütmek için yaratmıştır çünkü; sebeple çok uyanık olmak lâzım. Mevzu epey ilginç geldiği için bir kaç kaynağa baktım hemen:
Büyük Britanya yüzyıllarca öyle çok candan öyle çok kan döktü ki, gemilerinde olabilecek çarpışmalar esnasında askerleri kan görüp de dehşete kapılmamaları için güvertesini kırmızıya boyuyorlarmış meğer!
Kurnazlığı görüyor musunuz. Şeytan duysa dudağını ısırır.. Şeytan duysa vallahi şeytanlığından utanır. Dememiş miydim sözün başında İngiliz'in her halinden şüphe etmek gerek diye! Halatlarının rengi dahi öyleymiş. Kırmızı tutkunun rengidir ya.. tutkuyla halat çeker.. tutkuyla işini yapar.. en önemlisi kırmızı göre göre katiyen kan tutmayan gözü kanlı savaşçılar elde etmiş olurlarmış!
İşte onun için İngiltere kraliçesinden İrlandalılar kadar çok hazzetmem.
YAŞAMAK İNSAN KALARAK
Hafta içi ve herkes harıl harıl çalışıyor, bilmez miyim. İş güç, çarşı pazar yangın yeri, pek tabii onu da bilirim. Ancak dayanışarak, direnerek ve birbirimizin derdini can kulağıyla dinleyerek.. bir de mutlaka moralimizi dik tutup, ağız dolusu inadına gülerek aşacağız bu günleri de emin olun. İçinize taze nane kokusu gibi ferahlık niyetine sizlere çok komik bir mitolojik vakıadan bahsedeceğim bugün. Bir soluklanın, azıcık mola verin de, hep birlikte gümbür gümbür gülelim. Şu Aiskhylos denen adamı duyanınız var mı acep? Neyse, bu saatte duymak nasip olduysa eğer, nasıl öldüğünü de benden işitmiş olun. Bu muhterem 5. Yüzyılda yaşamış çok meşhur bir tragedya yazarıdır. Hatta onun babasıdır diyenler de çok.. yani tragedyanın babası. Tabii düşünmek sancılı iş olduğu için.. düşünen kişi, hele de böyle acılı şeyler yazıyorsa ülseri tutmuş, basuru azmış gibi gezinip gezinip durur, bilesiniz! Bu Aiskhylos'da bir sabah vakti, güneş ortalığı henüz kavurmadan doğada dönenip durmaya başlamış huzursuzca. Sonunda bitkin düşerek denizin kenarına külçe gibi yığılıp oturmuş zavallı. İşte ne olduysa oraya oturduktan sonra olmuş. Sabah güneşi terleyen çıplak başını öyle parıldatmış ki, dümdüz sahilde en uzak noktadan bile görünüyormuş. O sırada iri bir kaplumbağayı yerden kapıp havalanan ve açlıktan gözü dönmüş kartal, onun kabuğunu kırmak için en kestirme yolu arayıp dururken, Aiskhylos'un güneşte parıldayan kel başını sağlam kayalardan biri zannedip, hayvanı tepesine bırakıvermiş. İşte dönemin meşhur oyun yazarı Aiskhylos böyle ölmüş. Şimdi bende kel olduğum için nasıl güleyim adamın haline değil mi ama. Talihe bak.. dağlara taşlara, ulu ağaçlara! Yüce Tanrım bizim gibi kelleri, görünür görünmez belalardan koru, amin. Haaa haa haa..