Ekim ayının ortalarında olmamıza rağmen hani eskilerin ‘yazdan kalma' dediği bir gün. İnsanoğlu eline geçeni, deniz de gücünün yettiğini lodosla beraber kıyıya atmış. Sütlü kahve rengi tek bir kadın ayakkabısı var. Ne zamandır buralardaki çürümeye yüz tutmuş, topuğundan yakalanmış kumlara gömülmüş, boğaz manzarasında kaybolmayı bekler olmuş. Terliklerin, ayakkabıların hep tekleri vurur sahile, düşünecek başka bir şey kalmamış gibi diğerlerini merak ederim. Annesinin terliğini denize atan bir haylaz gelir gözümün önüne, ayakkabısının düştüğünü fark etmeyen balıkçı, uyduruk şişme botlara çocuklarının ve kendilerinin hayatlarını emanet etmiş, yeni bir başlangıç yapma düşüncesiyle yerini, yurdunu terk etmek zorunda bırakılanlar. Hiç hesapta yokken patlayan hava! Gecenin kör karanlığında güçsüz düşünce evladını dalgalarda yitiren anne, feryatlar, göz yaşları… Zamanla unutulacak, bir süre sonra kimsenin hatırlamayacağı ve belki de çok unuttuğu yaşamlar.
Öyküler güzel başlar oysa!
Sakin, sessiz, içimizin huzurla dolduğu, dünyayı unuttuğumuz anlar.
Kumsala vuran dalgalara takılıyor gözüm, dalıyorum öyle, içimin mavi boşluğa akmasını hissetmeye çalışıyorum. Tarif et derseniz, yükselmek, mekandan uzaklaşmak, çok soğuk bir kış gününde, kalın battaniyenin altında uyumak gibi. Yeşil çimlerin üzerine, zeytin ağacının gölgesine sırt üstü uzanırsınız da dalların arasından gökyüzüne bakarsınız. Sizin orada olduğunuzu fark etmeyen bir serçe gelir, kafasını sağ tarafa eğip göremediğiniz bir şeyi inceler, konduğu dalı değiştirir, başka bir ağaca gider sonra aynı yere tekrar döner… Nedenini anlamayız biz.
Anlamadığımız için görmezden geldiğimiz o kadar çok şey var ki!
Çupra yakalıyoruz, yemleri değiştirip oltaları tekrar atıyoruz. Diğer balıkçıların da tuhaf bir hali var! Sessizliği bozan olmak istemiyor kimse, adımlar ona göre atılıyor, konuşan yok, cep telefonları çalmıyor.
İlle de benzetme yapmam gerekirse, kızının saçlarını şefkatle okşayan bir anneye, zorlu bir işi kotardıktan sonra oğluna söyleyecek söz laf bulamadığı için sırtını şefkatle sıvazlayan bir babanın nasırlı ellerine benziyor dalgalar. Etrafta çam ağacı olmamasına rağmen iğnelerini topluyor, tutuşturuyoruz. Başka yerlerin ağaçları vurmuş kıyıya. İş olsun diye, belki de kuru dalların yanarken çıkaracağı koku alsın da bizi bilmediğimiz diyarlarda gezdirsin diye yakıyoruz ateşi.
Ne kıymetli bir gün!
Gökyüzünün maviliği ne kadar derin!
Yükseklerde kendini rüzgara bırakmış martı ne kadar eşsiz!
Deniz kabukları, beyaz çakıl taşları ne kadar değerli! İçimize çektiğimiz, başımızı döndüren hava…
Anlamak için kaç hayat yaşamak gerekiyor?
Öğrenmek için kaç yıl?
Suyu ne kadar değiştirirsek değiştirelim ölüyor balıklar. Kovadaki su da deniz ama mavi değil, ondan belki! İnsan yaşadığı yere uyum sağlıyor da balıklar öyle değil.
Güneş dönüyor, hava kararıyor. Gün içerisinde yaşadığımız halleri, hissettiklerimizi ve düşüncelerimizi bırakıyoruz sahilde. İleride bir gün aklımıza düştüklerinde hepsine kısaca anı diyeceğiz.
Dost meclislerinde keyfimiz yerindeyse; o gün, ne güzel bir gündü diye başlayacağız cümleye. Balıkları anlatacağız, kuytusuna sığındığımız sıvaları dökülmüş yaşlı evi, yaktığımız dalları, çam iğnelerini, kozalakları.
Kokuyu tarif etmeye çalışacağız dilimiz döndüğünce…
Her balıkçının yaşadığı aynı olacak fakat farklı anlatacaklar aynı günü.
Kimsenin hikayesi kimseninkine benzemez çünkü.