Ufuk Bek

Annelerin yaşı olmaz

Ölümü beklemek mi daha zordur, yoksa kabullenmek mi?.. Unutmak mı kolaydır, hatırlamak mı?.. Peki, hangisi daha çok acı verir insana, söyler misiniz bana.

Babamın ölümünden kısa bir süre sonra, onun özlemini sık sık hissettiğim günlerden birinde uzun bir cümle gelip yerleşmişti yüreğime. İşte o gün zihnime üşüşen sözcükleri kendi kendime mırıldanırken, bir an için o sözleri söyleyenin babam olduğunu düşünmüştüm. Hemen telefonumun ses kayıt tuşuna basarak kaydederken de babamdan duyup naklediyormuşum duygusuna kapılmıştım elimde olmadan. Şöyle diyordu o ses: “Sanma ki ölüm hayatta bir an, yaşarken de bin kere ölür insan!”

O gün mırıltıyla ağzımdan dökülen bu sözler sanki yıllardır içimde duruyormuş da o gün dışarı çıkmak istermiş gibi, çok ama çok tanıdık gelmiş; sonraları sık sık tekrar eder olmuştum her aklıma geldiğinde. Ve her tekrar edişimde, babamın hüzünle bakan gözleri ve yüzü de eşlik ederdi bana nedense.

Babam “A. Murat Bek” i 2006 yılında uğurladık ebediyete, Temmuz' un yirmi altısında, sıcak bir yaz gününde…

Geçtiğimiz gün de annem “Nermin Hanım” ı gönderdik babamın yanına. Soğuk günlerin ardından yüzünü gösteren pırıl pırıl bir güneş eşlik etti cami bahçesinde toplanan kalabalığa. Dualar okundu, namazı kılındı, helallik alındı… Omuzlara alınan tabutu kondu cenaze arabasına; kısa bir süre sonra “Murat Bey” le buluştu mezarlıkta ve sevenleri tarafından uğurlandı ebedi yolculuğuna.

Daha iyi yaşamak için elimizden geleni yapmamız mümkün; ancak ölüm söz konusu olduğunda, ecelin ayak sesleri yavaş yavaş duyulmaya başladığında ne yazık ki beklemekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Ölümün de yaşamak kadar doğal olduğunu fark ettiğimizde ve ancak bunu kabullendiğimizde biraz olsun huzur bulabiliyor ruhumuz.

Ölümün en çok acı veren tarafı kuşkusuz “zamansız” oluşu. Kadim zamanlarda söylenen en anlamlı sözlerden biridir, “Allah sıralı ölüm versin” derler. Ben de bu sözü yürekten benimsemiş, ruhunda özümsemiş biriyim. O yüzden içim rahat. Canımı çok çok acıtan “genç ölümler” yaşadım. Evlatlarını kaybeden anneler-babalar, ağabeyinin/kardeşinin ölüm haberiyle sarsılan çok insan gördüm.

Yetmişli yıllarda, çocukluk arkadaşım Enver (Eren) toprağa verilmeye hazırlanırken, Küçük Has Fırın Sokağı çocukları (Refik, Mürsel, Bahri, Muzaffer, Bekir, Ahmet, Mehmet, Haluk) hep birlikte bahçe duvarının bitişiğindeki boş arsada toplanmış, oturduğumuz pazar tezgahının üzerinden annesi “Fatma Teyze” nin yaktığı ağıtları dinliyorduk yaşlı gözlerle.

Karşı komşumuz, bize akrabadan yakın olan Marangoz Sadık (Altınkeser) ve Emine Teyze, o zamanlar gencecik bir fidan olan evlatlarını, “Süleyman Abi”  yi yürekleri parçalanarak uğurlarken şahit oldum acılarına. Şahit oldum diyorum, çünkü acılarını anlayamayacak, ortak olamayacak kadar küçüktüm o yıllarda. Üstelik “Ateş düştüğü yeri yakar” sözünün anlamını da bilmiyordum daha.

O büyük acıları anlayıp ortak olabileceğim yaşlara geldiğimde ise, gencecik yaşta aramızdan ayrılan mahalle arkadaşlarım: Gürbüz Hamarat, Hasan Kalender, Muzaffer Hamarat,  Mürsel Terzioğlu, hiç beklenmedik bir anda, gurur duyduğumuz kardeşimiz Müjdat Gürsu ayrıldı aramızdan; sonra sırasıyla sevgili dostum İlyas Yılmazer, çok sevdiğim Babam, ardından Dede Kenan ve daha niceleri…

Annem için üzülüyorum elbette. Belki bir yaz daha balkonda oturup dışarıdaki manzarayı seyrederken çekirdek çitleyip, çayımızı içebilirdik. Koltuğunda uzanırken yanına oturduğumda elimi tutar, yanaklarımı okşar, sarılıp öperken kokumu içine çekebilirdi…  Görüşemediğimiz birkaç günden sonra uğradığımda, “Nerde kaldınız be oğlum, yüzünüzü gören cennetlik!” derdi yine…  Ama, hepsi bu kadar işte. Sadece biraz daha çekirdek çitlemek için bazı acılara katlanmaya değer miydi, gerçekten bilemiyorum. Sanırım annem katlansa ben katlanamazdım onu büyük acılar içinde görmeye. Seksen dört yaşına gelmişti annem. Elden ayaktan düşmeye başlamıştı artık. Babamdan daha çok yaşadığının farkına mı varmıştı da bırakmıştı kendini son günlerde, bu yüzden mi yaşama isteği kalmamıştı içinde bilmiyorum. Başsağlığı için arayan bir arkadaşım, “Annelerin yaşı olmaz” dedi. Yürekten katılıyorum.

Kaç yaşında olduğunu bilip bilmediğinden pek emin değilim, ama şundan eminim ki; dört evladının mürüvvetini gördü; çocuklarından, gelinlerinden, damadından her zaman sevgi ve saygı gördü; torunlarıyla doya doya oynadı; onların büyüdüklerine, evlendiklerine mutlulukla şahitlik etti;  komşularının sevgisini son günlerine kadar yüreğinde hissetti; torununun minik oğluyla oyunlar oynadı, şakalar yaptı, gülüştü…

Son günlerini yaşlı bir kadın için yaşamak nasılsa tam da öyle, doya doya yaşadı “Nermin Hanım”…  Ben Sevgili Annemi hep böyle hatırlayacağım.

 

 

 

YORUM YAP