Hastalıklı, zayıf, çelimsiz bir çocuktu Arif, duvarları nemli, çatıları yosunlu, ısınmak için birbirine sokulmuş, omuz omuza evlerin süslediği eski mahalleden komşumuzdu...
Mahalle takımına almazdık Arif'i koşamaz tıkanır kalırdı.
Meyve bahçelerine, bağlara yaptığımız dalışlarda ille de yakalanır, hepimizi ispiyonlar, evde dayak yememize sebep olurdu, pek hazzetmezdik.
E hazzedilmeyen insan küçümsenir, güçsüzse itilip kakılırdı da!
Babası pazar arabasında, çay bardağı ölçüsünde çekirdek satardı, dişleri yoktu fakat pala bıyıkları vardı, konuşurken ağzı görünmezdi, mahalleliye karşı pısırıktı fakat çocuklarını dayaktan gebertirdi... Bir defa Ahmet ağabeye dayılanmıştı da, kahvenin orta yerinde dayağı yemişti...
Sık sık hastaneye yatırırlardı Arif'i, tam unutmaya başladığımız zamanlarda ortaya çıkar, babasına çaktırmadan yürüttüğü yeni kavrulmuş çekirdekleri büyük bir ciddiyetle ceplerinden çıkarır, aralarına karışmayı umduğu mahalle arkadaşlarına, bizlere ikram ederdi.
Çekirdekleri yer, bitince Arif'i iter kakardık...
Her hastaneden çıkışta yeni başlangıçlar yapardı belki de Arif?
Biz bilmezdik.
Sonra taşındık mahalleden, tek katlı, bahçeli evlerimizi bıraktık, o dönemler daha renkli bulduğumuz apartman hayatlarında figüran olarak oynamaya başladık...
Tesadüfen karşılaşırdık Arifle, usulden laflardık; zayıflamışsın, aaa hiç değişmemişsin... Cevabını hatırlamadığım sorular da sorardım; ne iş yapıyorsun? Ailen nasıl?
Görmeyince, yaşadığını bile unutur insan, insanın!
Yirmili yaşların sonlarına doğru, ya bir şeyi beklediğim veya bir boşluğu doldurmaya çalıştığım gecelerden birinde, Edirne'de tesadüfen girdiğim bir meyhanede karşılaştım Arif'le, o zamanlar Edirne bize gurbet sayılıyor!
Yalnız bu.
Hoş hep yalnızdı ya!
Oturdum masasına, tanımaya çalıştığını gözlerinden anladım, çok geçmeden güldü o soran gözler, sarıldık!
Gönül meselelerinden, eski mahalleden, arkadaşlardan konuştuk...
Sonra pat diye şiir okumaya başladı bu.
O çelimsiz Arif'te bir ses!
Meğer gediklisiymiş meyhanenin, müdavimleri bilirmiş şiir okuduğunu, çıt yok...
Yusuf Hayaloğlu şiirlerini sıradan ezberlemiş, Ah ulan Rıza ile başladı, Neyler sin'i üç defa okudu; "İncinmiş bir sesi vardır yağmurun;
Yanaklarına vurduğunda hissedersin"
Cem Karaca, Üç Hürel şarkıları...
Final; Aşık Veysel'den!
Şaşırdığım kadar gururlanmıştım da ne yalan söyleyeyim.
Tamirci çırağı acemiliğinde, ıslak ıslak sarıldık ayrıldık.
Ya aradığımı buldum ya boşluğu doldurdum.
O günden sonra unuttum Arif'i!
Hangi mevsimi daha çok seviyorsun diye sorulduğunda farklı farklı cevaplar veriyormuşum;
" Geçen defa yaz demiştin Alicim!"
" Hani ilkbaharı seviyordun?"
Bir adama aynı soru neden defalarca sorulur?
Mevsimler aynı da, adam aynı adam mı bakalım!
Sonbaharı diğer mevsimlerden daha çok severim! Hüzün kokar bir kere, okullar açılır, sahiller tenhalaşır, acı biber çıkar, balık sezonu başlar, bizim işler hafifler, güzel kitaplar süsler rafları, sinemaya gidilir, geceler uzar... Havalar soğuyunca; Bahriyeli Çiftetellisi çalmaya başlar içimden içimde öyle, hem davul zurna!
Günlerden perşembe, eylül ayının ilk günü de olunca, sahilde aldım soluğu, kendimi bildim bileli böyle, ne zaman balık sezonu açılır ben balık tezgâhlarının başındayım, gören dört tane gırgırım var sanır, o derece!
İlk gün düşmez buralara balık, deniz bu, dalgalı olur, rüzgâr olur, tarla gibi değil yani, nisanın ortasında ektin, eylülün birinde hasat edesin!
Fiyatlarda bir değişiklik yok;
İstavrit; 25
Palamut; 20
Koltuğumun altına iki palamut sıkıştırdım, tam arabaya bineceğim biri seslendi arkamdan, döndüm; Arif!
Sarıldık...
Saçlar dökülmüş bunun, hala zayıf ama göbek yapmış, takıldım azıcık, güldük, mahalleye geri dönmüş, hoş mahallede tek katlı, bahçeli ev yokmuş artık, eski evin yerine apartman dikmişler üç daire düşmüş bunlara, birinde annesi oturuyormuş, pala babası geçen sene vefat etmiş kanserden, birinde ağabeyi, birinde Arif.
Hiç evlenmemiş.
Çorluya götürür müsün diye sorunca, taksimetreyi açarım kardeşim dedim gülüştük.
Eski mahalleye götürdüm Arif'i evine bıraktım, telefonlarımızı verdik birbirimize, yolda Yusuf Hayaloğlu'ndan Neyler sin'i okuttum, sanatçı nazı yaptı biraz ama eh olacak o kadar...
"Ah güzelim incinmiş bir sesi vardır yağmurun yanaklarına
vurduğun da hissedersin.
Ve bir veda sözcüğü saclarına,
Titreyen bir öpücükle dokunduğun da
Bu ani dondurmaya yetmez nefesin
Bir film sahnesi gibi akar gider ayrılık
Neylersin."
Cuma akşamı, laflar, takılırız diye aradım, telefonu kapalıydı...
Bugün öldüğünü öğrendim Arif'in, asmış kardeşim kendini!