Sabah yedi, Haziran ayının on beşi, yağmur yağıyor! Süleyman ağabeyden şekerli bir Türk kahvesi istedim, getirdi, ahşap, kare bir masada, ıslanmayalım diye kuytuda oturuyoruz. İbrice Limanı'ndayız. Duvarın dibine dizilmiş, biri daha yaşlı, ikisi ben yaşlarda üç kişi oturuyor. Gözleri teknelerde, denizde, konuşmuyorlar da.
Dalış okullarını limanın dışına taşımışlar. Erkenden geleyim denize gireyim dedim, şansıma yağmur. Bu yıl daha siftahım yok, tuzlanamadım.
‘Arkadaşlar kim Süleyman ağabey?'
“Kılıç balığı avlıyorlar.” Yan yana iki tekneyi işaret ediyor.
‘Deme be ağabey?'
Rahmetli Yaman Koray geliyor aklıma. Neden bilmem ondan okuduktan sonra bu denizlerde son kılıç balığı da vurulmuş, avı yapılmıyormuş gibi kalmış aklımda. Ne çocukluk!
Ev sahipliğine soyunuyor çay ısmarlıyorum, içmeyiz demiyorlar. Yaşlıca olana ‘Nerelisiniz ağabey siz?'
“Rizeliyiz ama Marmara Adası'ndan Çınarlı'dan geldik.”
Ya çok yorgunlar ya yeni uyanmışlar, üçünün de canı anlatmak istemiyor. Ben de öyle olduğum için gayet iyi anlarım afyonu geç patlayanları fakat her ne oluyorsa dilimi de tutamıyorum.
‘Yaman Koray diye bir yazar vardı, o yazmış sizin oraları kitaplarında. Marmara Adası'nın altmışlı, yetmişli yılları. 2006'da vefat etti.'
Üçü birden oturuşunu değiştiriyor, “Allah rahmet eylesin.”
‘Sen kaç doğumluydun ağabey?'
“Elli yedi.”
‘Belki tanırsın' diyor, hemen Yaman Koray'ın gençlik fotoğraflarından birini buluyor, gösteriyorum.
“Cık, çıkaramadım.”
‘Büyük yangın olmuş o zamanlar sizin orada.'
“Çok büyük yangın oldu, hangisi acaba?”
Konuşmadan denize, yağmura, teknelere bakarak oturuyoruz uzun bir süre. İç dünyalarında neler var kim bilir?
Limanlık olsun diye bekleyecekler tekrar denize açılacaklar. Akşamüstü beş gibi dönüyorlarmış, müsaade isteyip ayrılıyorum yanlarından. Biraz daha anlatsaydım Yaman Koray'ı, sekiz defa evlenmiş on çocuğu olmuş deseydim, dikkatlerini çekebilir miydim?
“Abe ne yemiş ne içmiş bu adam?”
İki, üç kilo balığı tek seferde mideye indirdiği yazar kitaplarında!
Neden bu kadar çok evlendiğini de sormuşlar.
Cevabı, “Çünkü sensiz yaşayamam diyen her kadınla evlendim” olmuş.
Yağmurun dinmesini fırsat biliyor, derme çatma tuvalette üzerimi değiştiriyorum. İleride kayalıklarda olta atanlar var. Eskiden olsa yanlarına gider, kovalarına balık var mı diye bakar veya onlardan biri olurdum. Kıyı balıkçılığının da kendilerine göre felsefeleri var. Beklerken, gözler kamışın ucundayken, zaman farkında olmadan hızla akıyorken, balıktan başka bir şey düşünmüyorken meğer bir çeşit meditasyon yapıyormuşuz da haberimiz yokmuş.
Onlu yaşlarda delikanlıyla, beyaz saçlı hocası koya geliyorlar. Tüpler, paletler en ciddi halleriyle arkalarında hava kabarcıkları bırakarak Saros'un maviliğinde kayboluyorlar. Şahit olduğum, yıllardır süre gelen bir ritüel nazarımda. Denize saygı…
Havluyu seriyor, sırt üstü uzanarak yaşadığım anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Gökyüzünü kaplamış mavi beyaz bulutların arasından güneş uzatıyor sıcak parmaklarını. Sessizlik, bir farkındalık hali, belki bir uyanış. Geçen sene de buradaydım, ondan önceki sene ve ondan önceki senelerde de. Yaş almak olgunlaşmak mıdır bilmem ama değiştiğini fark ediyor insan.
Her geçen yıl, beyaz çakıl taşlarını, balıkları, kayaları, gökyüzünü, midye kabuklarını ve olmazmış gibi gelen her şeyi daha yakın hissediyor.
Yakınlaşmak da uzaklaşmak bir nevi.
Çok anlatmak lazım!
Kırlangıca benzeyen martılar var, kanatlarının uçları siyah. Havada asılı kalıyorlar ve suya kurşun gibi dalıyorlar, onlara takılıyor gözüm. Dünyada elli farklı martı türü var deniyor, bunlar?
Kara sinekler çıkmış yeni yeni fena ısırıyorlar. İnce belli karıncalar suyun kenarına kadar inmiş, türlü renkleri solmaya başlamış, uzun, kalın dudaklı bir lapinin cenazesini kaldırıyorlar.
Denizde ölen denizde kalmalı diye fısıldıyor uğur böceği, kanatlarını düzeltip uçuyor.
Rüzgarı arkasına almış gri bulutlar yaklaşıyor, damlalar tekrar düşmeye başladığında suya giriyorum…
Akşamüzeri kibrit kutusu kadar ağaçtan evi bir günlüğüne bana veriyorlar! Odanın yarısını kaplayan karyolası, deniz gören penceresi, daha önce konaklamışların gölgeleri ve kuş sesleri var, tabi huzur da.
Huzur, sessizlik mi? Kendi kendine kalış? Dünyadan uzaklaşmak? İçine dönmek? Boşluk hissinin dolması? Denize girdiğin anda hissettiğin arınma belki de?
Telefonu kapatıyor, pikeyi üzerime çekiyorum. Zeminde, duvarlarda aralıklar var. Uzakta gök gürlüyor, yağmur şiddetini arttırırken biraz kestiriyorum.
Gözlerimi açtığımda aklıma gelen ilk düşünce, kaç tane kılıç balığı vurdular acaba oluyor? Balıkçıların yüzlerindeki ifadeyi gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Balığı tekneye alırken yaşanan telaş, heyecan, işini yapmış olmanın gururu, şükür, saygı…
Gece el ayak çekilince daha büyük balıkların yakalandığı hikayeler. Nasırlı yürekleri toprak olmuş, eski zamanların reisleri, kaptanları. Gülmek ve ağlamak arasında dillenen anılar, bir iç geçirme hali, boğaza düğümlenen hıçkırık, çay bardağında rakı…
Kapanana kadar tenha balık lokantasının yalnızlığında oturuyorum sonra…
Tek başına bir adam ne düşünürse, nerelerde kaybolursa oralarda kayboluyorum. Yalnızlık tercih olunca tadından yenmiyor laf aramızda. Masada düşünülen masada kalıyor!
Ertesi sabah güneş doğarken o küçük koyda alıyorum soluğu, huzur, denize girdiğin anda hissettiğin arınma belki de?