Ertesi gün soluğu Silivri Köfte Sarayı’nda Doktor Mehmet’in yanında aldım...
Biraz lafladık ağzımdan çıkarttım baklayı...
“ Ağbi senin bir aletin vardı şeker ölçüyordu, duruyor mu?”
“ Hayırdır?”
“ Bende şeker var galiba!”
“ Kim söyledi?”
“ Atila...”
“ Doktor mu?”
“ Değil, püsküütçü!”
“ Ne bilecek oğlum Allah’ın püsküütçüsü!”
Kasanın altındaki çekmeceyi açtı küçük bir kutu çıkarttı...
“ Uzat bakalım patini!”
Sağ elimin işaret parmağına küçük bir delik, kandamlası tahlile... Makinedeki sayılar döndü...108’de durdu...
Nefesimi tuttum, Doktor Mehmet’in yorumunu bekliyorum...
Önce bir yutkundu, iç geçirdi;
“ Normal!”
“ Yok, bir şey yani?”
“ Yok yok... Kahvaltı yapmadan evden çıkma...”
“ Ha yaşa be ağbi... Ağzın bal yesin...”
“ Fikreeet getir bana bir tas kelle paça, arkasından at köfteyi...”
&&&
“ Fikret” dedim de...
On beş gün önce tabaktaki köfteleri mideye indirme telaşındayken Fikret yanıma sokuldu;
“ Ağbi yazsana beni!”
“ Yazarım” deyip unuttum... Bu defa surat yapıyor...
“ Ne oldu be Fiko?”
“ Hani beni yazacaktın salı günü?”
Baksana sen bana, gününü de söylemişim!
Mahcup oldum adama...
( Fikret’in kahraman olduğu bir hikâye uydurmak lazım şimdi)
Haberin devamı 14.10.2011 tarihli Hürhaber Gazetesi’nde…