İkİzler burcunu andıran bir haziran akşamı, yaz görünümlü sonbahar, balkonda oturuyor, geçmişe dönüp neden yazmaya başladım diye düşünüyorum...
Neden yazar insan?
Neden beyaz sayfanın önünde oturur saatlerce?
Neden gömlek cebinde taşıdığı defter sayfalarına not tutar?
Neden kaleme aldığı yazının sonuna koyduğu son noktadan sonra şöyle geriye doğru bir gerinir, kendi kendine gülümser?
Bir sürü cümle kurulabilir, süslü laflar edebilirim lafın burasında...
Samimi söylemek gerekirse; içimden geldi benim.
Yazmasaydım çıldırmayacaktım oysa!
Kitap okuma oranının %8 olduğu bir ülkede, koca koca yazarların kitapları marketlerin indirim sepetlerinde alıcı bekliyorken, yazma sevdasına düşen nice arkadaşımın yaşadığı olumsuzluklardan sonra, yazılarımı bir araya getireyim, kitabım olsun diyecek cesareti bulamadım kendimde...
Okumaktan sıkılıp yapacak bir şey bulamadığım gecelerde, balkonda oturup bir tutam gerçeğin üzerini hayallerle bezedim...
Kah deneme oldu, kah öykü, kimi gündelik yaşam yazıları dedi, kimi hiçbir şeye benzetemedi...
Beklenti olmayınca kırıkları çabuk kaynıyor insanın.
Yıllardır yazdığım Silivri Hürhaber Gazetesindeki köşe, Milliyet Blog bana yetiyor.
E kitap diyeceksiniz?
Hem tesadüf diye bir şey yoktur, hem tesadüfler zinciri diyeceğim...(!)
Zamanı gelmiş besbelli!
Günümüz şartlarında yaşayan insanların, ağzının tadının değişeceğini ümit ederek derledik yazıları, adını da Aynı Şarkı koyduk...
Dediğim gibi; Eskiyor her şey...Şarkılar da!
Ne hissettiğini bile unutuyor insan.
His unutulur mu hiç?
Unutuluyor işte, yosuna kesiyor, pas tutuyor, külleniyor, soğuyor, naftalin kokuyor, kabuk bağlıyor, öyle şarkı ilk söylendiği zamanlardaki gibi acıtmıyor.
Şarkı sıradanlaşıyor...
Geri sarıp sarıp çok dinlemekten belki, kasetlerdeki gibi, bilirsin...