GÜzel bir sabah, deniz çarşaf gibi, daha dün geceye kadar lodosun bahar temizliği vardı! Dalgalar koca, nasırlı elleriyle kıyıyı dövüyor, yaşlı balıkçı teknelerinin yorgun kemiklerini kütürdetiyor, denizde insana ait ne varsa, yosunlarla beraber kumsala atıyordu.
Balıkçılar, meraların, taşların neredeyse kurumaya yüz tuttuğunu biliyor, kuytusuna sığındıkları balıkçı kahvesinde eski günleri anıyorlardı.
Ah, o eski günler!
Karagözler, sinaritler, akyalar ve hatta kılıçbalıkları…
Nisan ayı gelmesine rağmen kahvehanenin kamyon jantından yapılmış sobası tütüyor, yıllar geçtikçe müdavimler bir bir eksiliyordu.
Eksilen müdavimlerin yerine, emekli olduktan sonra baba ocağına dönen, başka bir hayata başlamak isteyen, işe yaramamanın şaşkınlığını yeni yeni hissetmeye başlamış, evde hanımların dırdırından bıkmış yeni müdavimler geliyordu.
Hepsi de zamanında çok önemli insanlardı, feleğin çemberinden geçmiş, dalganmış da yıllarla durulmuşlardı. Samimiyet arttıkça kimi torunlarını övüyor, kimi çocukların vefasızlığından yakınıyor fakat kendilerinden olana diğerleri laf söyleyince bozuluyorlardı.
En çok susuluyordu balıkçı kahvesinde.
Geçmiş güzel günler hatırlanıyor, gazetenin magazin sayfalarında yer alan güzeller dillendirilmeden eski sevgililere benzetiliyor sonra kâh duvardaki bir takvime kâh televizyona gözler takılıyor, dalınıyor müdavimlerin içsel yolculuğu başlıyordu.
Hayat bir sinema salonuna benziyordu, koltuklar ne kadar rahat olursa olsun film bittiği zaman herkes evine dönüyordu!
Mevkiler, rütbeler gelip geçiciydi işte, hayat yaşanırken, zorluklar varken, didişirken, ayakta kalmaya çalışırken güzeldi.
Fırtına varken denizde olmak iyiydi!
Sakin limana demirledikten gayrı, günler birbirine benziyor, can sıkıntısından adamın içi patlıyordu.
Yaşı kaç olursa olsun, sabah evden çıkıp gidebileceği bir yeri olmalıydı her adamın, kahve, çay bahçesi de, bir ahbabın iş yeri de, saklanacak bir kuytu, insanların gözüne batmadan nefes alınabilecek bir köşe, deniz kenarında bir taş, ahşap bir iskemle, ince belli bardakta çay…
Bulmaca kavgaları yaşanıyordu sık sık, kahveye ne kadar erken gelirsen gel, çengel bulmacayı çözmüş oluyordu biri, bazısı dinleyen bulduğu zaman dilin kemiği yok ya arada sallıyordu.
Bir gün “ ben İspanya'dayken” diye anlatmaya başlıyor, ertesi gün “ şu yaşıma geldim yurtdışına çıkmak kısmet olmadı” diyordu…
Yalan, sağlam hafıza gerektiriyordu fakat belli bir yaştan sonra sağlam hafıza kilo ile alınmıyordu.
Müdavimlerin etrafı geniş, eli kolu uzundu!
Başları sıkışmaya görsün, kapılarını çalacakları bakanlar da vardı, milletvekilleri de, iş adamlarını saymıyorlardı bile!
Arkalarında sıkıştıkları gidebilecekleri biri olsun istiyorlardı ama yoktu.
Hiç olmamıştı, alın teri ile çalışan, derdi evine ekmek götürmek olan, yıllarca sabah ezanında evden çıkmış, akşam karanlığında dönmüş adam, geçim derdini bilirdi de, politikadan anlamazdı ya anlarmış gibi yapardı işte.
Bu yaştan sonra sırf meşgale olsun, zaman geçsin diye anılarını yazmaya başlayan, kıyı balıkçılığına soyunan olurdu, renkli zargana topu ve ipek alınır, hemen bir takım çantası düzülürdü sonra meselenin balık tutmak olmadığı anlaşılırdı.
Mesele sabahları evden çıktıktan sonra gidilebilecek bir yer olmasıydı.
Bir plan, bir istek, yaşama sevincini tetikleyecek herhangi bir şey…
Ölümü beklerken balık da beklenirdi ne olacak?
Balıkçılar, meraların, taşların neredeyse kurumaya yüz tuttuğunu biliyor, kuytusuna sığındıkları balıkçı kahvesinde eski günleri anıyorlardı.
Ah, o eski günler!