Referandum gündemine dair değerlendirmelerini Silivrililerle paylaşan İstanbul Barosu Başkanı Av. Mehmet Durakoğlu, Başkanlık Sistemi kabul edilirse kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kalkacağını, Cumhurbaşkanının kanun koyucu yerine geçirileceğini, TBMM'nin artık devleti temsil edemeyeceğini ve denetim yetkisini kaybedeceğini, üstelik bu yetkilerin hiçbir denetime tabi olmadan kullanılabileceğini belirtti. “İstikrarın hiç sorumsuz sağlandığı düzenin adı diktatörlüktür” diyen Durakoğlu, değişikliklerin anti-demokratik bir formda dizayn edilmiş olmasına büyük eleştiri getirdi.
Başkanlık Sistemini, hiçbir denetim mekanizması olmaksızın, bir kişinin ülkeyi istediği gibi yönetmesi, yasama, yürütme ve yargı erklerinin aynı güçte toplandığı bir Tek Adam rejimi olarak tanımlayan İstanbul Barosu Başkanı Av. Mehmet Durakoğlu,16 Nisan'da halk oylamasına sunulması planlanan Anayasa Değişikliği Teklifiyle neler amaçlandığını halka anlatmak amacıyla 1 Mart Çarşamba günü, Silivri Belediyesi Yaşar Kemal Sergi Salonunda düzenlenen panele konuşmacı olarak katıldı. CHP İlçe Başkanlığının ev sahipliğinde kaydedilen programda geçmiş dönemde CHP İlçe Başkanlığı görevinde bulunan İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı Av. Necmi Şimşek, İstanbul Barosu Genel Sekreteri Av. Cengiz Yaka, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Şahin Erol, İstanbul Barosu geçmiş dönem Genel Sekreteri Av. Hüseyin Özbek, CHP Silivri İlçe Başkanı Suna Göçengil ve yönetimi, Silivri Belediyesi Başkan Vekili Bora Balcıoğlu ve belediye meclis üyeleri, CHP İlçe Kadın Kolları Başkanı Elif Yılmazer ve yönetimi, CHP İlçe Gençlik Kolları Başkanı Berker Esen ve yönetimi, CHP eski İlçe Başkanı Mümin Tuğlu, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, avukatlar, muhtarlar ve davetliler hazır bulundu. Bir saatten fazla süren program, ülkemizin ve CHP'nin Kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları adına saygı duruşunda bulunulması ve ardından İstiklal Marşı okunmasıyla başladı. Panelde, anayasa değişikliğinin basit bir sistem tercihi sorunu olmadığına dikkat çekildi.
GÖÇENGİL: BAŞKANLIK SİSTEMİ TÜRKİYE'NİN CİDDİ SORUNLARI İÇİN ÇÖZÜM GETİRMİYOR
Başkanlık Sisteminin Türkiye'nin bekasını tehlikeye düşüren sorunlarına çözüm getirmediğini söyleyen CHP İlçe Başkanı Suna Göçengil, yeni bir devlet dizaynına ihtiyaç olmadığını vurguladı. Göçengil, “Çok değerli hemşerilerim; bu akşam 16 Nisan'da gerçekleştirilecek olan referandum ile yapılmak istenen ‘Anayasa Değişikliği' konusunda doğru bilgilenmek için toplandık. Katılımınızdan dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Ülkemizde yaşadığımız şartlar altında terör sorunu, işsizlik sorunu, komşularımız ile bozulan ilişkilerimiz, ekonomi durumumuz, bozulan eğitim sistemi, çok gecikmeli uygulanabilen sağlık problemlerimiz ile yaşam şartlarımız zorlaştı. Bugün geldiğimiz noktada tüm bu sorunlarımıza çözüm noktasına gelemeden ülkemizin manevi, değerleri ile yani yüzyıldır süre gelen demokratik cumhuriyet değerlerimiz değiştirilmek isteniyor. Değerli hemşerilerim, yaşanan tüm bu atmosfer içinde bizler tüm ulusumuz ile birlik ve dayanışma ile yarınlara yürümek istiyoruz. Birbirimizle kavga etmeye değil hep birlikte yarınlarımızın mücadelesini vermeye ihtiyacımız var. Bu mücadele siyasi partiler mücadelesinin çok üzerinde vatan, bayrak ve özgürlükler mücadelesidir. Tüm ulusumuz olarak hiçbir ayrım yapmadan, kimliği ne olursa olsun, yaşam tarzı ne olursa olsun, ayrıştırılmadan, demokratik ve özgür bir Türkiye istiyoruz.” şeklinde konuştu.
DURAKOĞLU: BU REFERANDUMUN SONUCUNDA TÜRK SİYASİ TARİHİ YENİDEN YAZILACAK
Göçengil'in akabinde kürsüye davet edilen Baro Başkanı Av. Mehmet Durakoğlu, anayasa değişikliğini denge ve denetleme ölçütleri ışığında değerlendirdi. Durakoğlu, şöyle konuştu: “İstanbul Barosu adına hepinizi saygı ve sevgiyle selamlayarak, Silivri'de bulunmaktan duyduğum mutluluğu belirterek sözlerime başlamak istiyorum. Önümüzde yaşayacağımız bu 48 gün inanıyorum ki Türk siyasi yaşamının tarihinde, o tarihin nasıl yazılacağına ilişkin çok önemli bir dönemeçtir. 48 gün sonra yapılacak olan referandum ‘evet' ile sonuçlanırsa Türk siyasi tarihi başka türlü yazılacaktır; ‘hayır' ile sonuçlanırsa başka türlü yazılacaktır.
“BÖYLE BİR SÜRECİ 6 YIL ÖNCE YAŞAMIŞTIK”
Aslında bakarsanız böyle bir süreci biz 6 yıl önce yaşamıştık. Hatırlarsanız 12 Eylül 2010 tarihinde bizim önümüze bir referandum getirmişlerdi. 20 küsur maddeden oluşuyordu ama onlardan bir tanesi çok önemliydi. O referandumun getirilmesine neden olan da o bir tek değişiklikti. Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yeniden düzenlenmesine ilişkin bir değişiklikti. O değişiklik geçerse vesayetin ortadan kalkacağı, Türkiye'nin demokratikleşeceği gibi bugünküne çok benzer söylemlerle o referanduma ‘evet' oyu verilmesini sağlamaya çalışıyorlardı. Biz o dönemde de mücadele vermiş, bunun çok kötü sonuçları olacağını söylemiştik ama anlatamamıştık. Anımsarsanız %58 gibi büyük bir çoğunlukla geçmişti. Böyle bir süreç yaşamıştık. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun değişikliğine ilişkin anayasanın bu şekilde 6 yıl evvel yeniden düzenlenmesinin getirdiği sonuçları değerlendirmek istiyorum.
“BU REFERANDUM GEÇMESEYDİ TÜRKİYE'DE 15 TEMMUZ DARBESİ OLAMAYACAKTI”
O referandum ‘evet' ile sonuçlanmasaydı bir cemaat bu ülkenin yargısına egemen olamayacaktı. Bizim Ergenekon, Balyoz, Casusluk dediğimiz o kumpas davaları bu biçimde bu noktaya gelmeyecekti. Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarı bu biçimde aşağıya çekilemeyecekti. Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarı aşağıya çekilemediği için Ortadoğu siyasetleri böyle şekillenemeyecekti. Emin olabilirsiniz ki 12 Eylül 2010'da bu referandum geçmeseydi Türkiye'de 15 Temmuz darbesi olmayacaktı, olamayacaktı. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun yeniden dizayn edilmesiyle ilgili bir referandumun sonuçlarından söz ediyorum. Bir darbe noktasına kadar Türkiye'yi getiren o değişiklikten çok daha önemli bir noktada olduğumuzu anlatmak istiyorum.
“BAŞKANLIK SİSTEMİ KABUL EDİLİRSE HUKUK DEVLETİNDEN SÖZ EDİLEMEZ”
Bu anayasa değişiklikleri anayasanın hiç değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan ilk 4 maddesinin virgülüne bile dokunmadan değiştirilmesi anlamı taşıyor. Bu anayasa değişiklikleri geçerse eğer Türkiye'de artık anayasanın 2. maddesinde yazılı olan hukuk devleti hükmünden söz edilemeyecektir. Eğer bu anayasa değişiklikleri ‘evet' ile sonuçlanırsa emin olabilirsiniz ki Türkiye artık demokratik bir devlet olmayacaktır. Karşı karşıya kaldığımız durumun vahameti de sonuç itibariyle böyle bir temele dayanıyor.
“CUMHURBAŞKANI ANAYASAYI İHLAL EDİYORDU”
Bir defa kabul etmemiz gerekiyor ki kişisel bir taleple karşı karşıyayız. Nasıl bir kişisel talep bu? MHP Genel Başkanı çıktı, “Ortada bir fiili durum var. Bu fiili durumu düzeltmemiz gerekiyor.” dedi. O fiili durum açıkça söyleyeyim Sayın Cumhurbaşkanının anayasanın 24. maddesinde yazılı olan yetkilerinin ötesinde yetki kullanmaya ilişkin değerlendirmeleriydi. Anayasada tarafsızlığının açıkça yazılıyor olmasına, kendisinin bu konuda Millet Meclisinde yemine etmiş olmasına rağmen tarafsızlık ilkesini çiğnemekte oluşuyla ilgiliydi üstelik bunu Sayın Cumhurbaşkanı çok açık bir biçimde yapıyordu ve bunu yapması gerektiğini söylüyordu. Anayasada yazan yetkilerini aşan yetki kullanıyordu daha açıkça söyleyeyim Cumhurbaşkanı anayasayı ihlal ediyordu. Madem ihlal ediyor, öyleyse hukuk çizgisinden sapalım, böyle bir şey söz konusu olmasın, biz anayasayı bir biçimde Cumhurbaşkanına uyduralım diye düşünüldü. Yaptığımız değişiklik tam anlamıyla budur.
“DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE BÖYLE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ HAZIRLANMAZ”
Böyle bir değişiklik hukuk algısıyla kabul edilebilir bir değişiklik değildir. Yapılması gereken bu kişiyi hukuk çizgisine getirmekken o kişi hukuk çizgisine gelmek yerine biz hukuku ona götürür hale geldik. Üstelik bunu yaparken de gizli bir anayasa değişikliği ile karşı karşıya kaldık. MHP ile AKP anlaştılar, bir araya geldiler, birer temsilci seçtiler, kimsenin haberi olmadan, kimsenin içeriği konusunda hiçbir bilgiye sahip olmadan bir anayasa değişikliği hazırlandı. Bu ülkede AKP'nin 316 milletvekili nasıl hazırlandığını bilmeden TBMM'ye boş kâğıda attıkları imzalarla teklif verdiler. Düşünebiliyor musunuz, bu komediyi bile yaşattılar bu ülkeye. Bakın dünyanın hiçbir yerinde böyle anayasa değişikliği hazırlanmaz. Bu tam anlamıyla bir rejim değişikliğidir. Onlara uyuyorum söylüyorum eğer bu bir sistem değişikliği ise, bir sistem değişikliğini ifade eden anayasa düzenlemesi asla bu biçimde yapılamaz.
“TÜRK TİPİ DİYEREK İŞİN İÇİNDEN ÇIKAMAZSINIZ”
Hukuk Fakültelerinin hemen hepsinde Anayasa Hukuku Ana Bilim Dalı kürsüleri var. Bunların hiçbirine danışılmadı. Dünyanın en büyük Barosu olduk, bize danışılmadı. Böyle bir anayasa değişikliği sistematik olarak böyle yapılamaz. Niye böyle yaptınız, bu olur mu, şurası yanlış, burası eksik dediğiniz zaman, “Karışmayın, bu Türk tipi” diyorlar. Buna “Türk tipi” diyerek işin içinden çıkamazsınız. Üstelik böyle ucube haline gelmiş bir değişikliği de “Türk tipi” olarak lanse ederseniz bu aslında Tük halkına da hakaret gibi bir şey olur. Tipsiz bir şey bu. Bunun tipi falan yok. Anayasa hukuku ve tipolojik değerlendirme açısından söylüyorum bunu bir tipe sokabilmeniz mümkün değil. Bu değişikliğin hiçbir demokratik bir tartışma zemini içerisinde değerlendirilebilmesi mümkün değil. Bu yapılmadı çünkü bize empoze edilmeye çalışılan bir kısım düzenlemeler söz konusuydu, tartışılması istenmedi çünkü tartışma zeminine getirilirse tartışacağımız noktalar var.
“BEKA SORUNUNUN KONUŞULDUĞU BİR TABLODA ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ TARTIŞILAMAZ”
Türkiye bugün içinde bulunduğu konum itibariyle böyle bir anayasa değişikliğini tartışabilecek siyasal, hukuksal iklime sahip midir diye baktığınızda da buna evet diyebilmeniz çok zor. Bu ülkede çok büyük bir çoğunluğun kabul ettiği bir beka sorunu konuşuluyor değil mi? Türkiye 94 yıllık cumhuriyetinden beri hiç bu kadar beka sorunu konuşmadı. Türkiye şu anda kendi sınırları dışında savaşta, adını doğru koyalım; Fırat Kalkanı Operasyonu denilen bir savaşın içerisinde. Türkiye ciddi ekonomik sorunlar yaşıyor. Türkiye'nin tamamında OHAL ilan edilmiş. Ciddi bir terör sorunumuz var ve toplum kutuplaşmış. Toplum neredeyse ortadan ikiye bölünmüş vaziyette. Böyle bir tabloda anayasa değişikliği konuşulup yapılamaz. Buna rağmen getiriliyor.
“SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİNİN GERÇEKLEŞTİRİLMESİ İÇİN HAKLI GEREKÇELER YOK”
Türkiye gerçekten bir sistem değişikliğinin gerçekleştirilmesini haklı kılabilecek gerekçelere sahip midir bunları da değerlendirmemiz gerekiyor. Böyle bir haklılığa sahip olduğunu söyleyebilmek de mümkün değil.
“TÜRKİYE'DE ANAYASACILIK SÜRECİ KENDİSİYLE İLGİLİ BELİRGİN TEAMÜL HUKUKLARINI OLUŞTURMUŞTUR”
Değerli dostlar, ülkelerde siyasal sistemlerin oturabilmesi belirgin bir zaman dilimi içerisinde, o sistemin geliştirdiği belirgin süreçlerin ortaya koyduğu, hukukçuların teamül hukuku diye nitelendirdiği belirgin bazı gelenekleri oluşturur zaman içerisinde. Türkiye'de kimilerine göre 1876'dan başlar, kimilerine göre 1921 anayasasından. Türkiye'de anayasacılık süreci kendisiyle ilgili belirgin teamül hukuklarını oluşturmuştur. Türkiye'nin parlamenter hukuka ilişkin önemli gelenekleri vardır. En ideal bir sistemi dahi getirseniz onun geleneklerinin, teamülünün oluşması için belirgin bir zamana ihtiyacı vardır. Türkiye bu zamanı kimilerine göre 140, kimilerine göre 100 yıla yakın bir dönemdir geçirmiştir. Bu geleneğin ifade ettiği sonuçlar vardır. Bu sonuçlar Türkiye'de mesela Cumhurbaşkanını tarafsız olarak niteler. Devletin birliğini temsil eder Cumhurbaşkanı. Ülkenin birliğidir o aynı zamanda. Kurumlar arasında herhangi bir itilaf çıktığında ya da ulusal bağlamda değerlendirilmesi gereken noktalarda bütün siyasal partileri bir araya getirebilecek belirgin bazı tarafsızlık içerisinde yapılabilecek görevleri ifade eder hatta daha ilerisinde Türkiye Cumhuriyetine ilişkin belirgin bir bakış açısını simgelemiştir o gelişmiş olan parlamenter teamül. Türkiye'nin batısına da gitseniz doğusuna da gitseniz bir gerçeklikle karşılaşırsınız; Türkiye Cumhuriyeti, Ortadoğu ülkelerine benzemez, benzetilmez. Bu devlet geleneği 90 küsur yıllık parlamenter sistemin ortaya koymuş olduğu belirgin aşamalardan geçerek oraya varmıştır. Türkiye Cumhuriyeti köklü bir devlet geleneğine sahip bir ülke olarak tanımlanmıştır.
“PARLAMENTER SİSTEMİN DÜZELTİLMESİ MÜMKÜN SORUNLARI VAR”
Bugün önümüze getirilen ve dayatılan bu anayasa değişikliklerine karşı çıkarken, buna ‘hayır' deyin derken, bugünkü sistemi savunabilecek konumda değiliz. Açık açık söylüyorum; bugün Türkiye'de parlamenter sistemin çok ciddi sorunları vardır. Parlamenter sistemin katılım, şeffaflık, siyasi partiler ve seçim kanunundan kaynaklanan sorunları vardır. Bugün Türkiye'de kuvvetler ayrılığı dediğimiz şey yoktur aslında. Bugün de Türkiye'de yargı bağımsız ve tarafsız değildir. Bugünde yasama, yürütmenin ciddi baskısı altındadır. Ama bunlar düzeltilebilir, düzeltilmelidir. Türkiye bütün bunların düzeltilmesine imkan verebilecek yapısallığa sahiptir. Bunun yapılması suretiyle Türkiye, bu köklü geleneğini yeniden ve özellikle de demokrasiyle dönüştürebilecek geleneklere de köklere de sahiptir ve yapılması gereken budur. Bu bir sistem değişikliğinin gerekçesi olamaz, olmamalı, öyle anlatılmamalı.
“KÖKTEN BİR DEĞİŞİKLİĞİN ORTAYA KONULMASININ GEREKÇESİ OLAMAZ”
Evet, sorunlarımız var, bu sorunlarla boğuşacağız, aşmamız gerekiyor ama bilinmesi gerekir ki var olan sorunlarımız kökten bir değişikliğin ortaya konulmasının gerekçesi olamaz. 140 yıla yakın biriktirdiğimiz değerlerin bir anda yok edilmesine ve sonunda da yeni bir çocuk doğurulmasına, onun büyümesinin beklenmesine gerek olmaz, olmayacaktır. Böyle bir zorunluluk ne hukuken ne siyaseten var değildir.
“KUVVETLER AYRILIĞI İHMAL EDİLİYOR”
Burada değerlendirmemiz gereken en temel nokta sistemin özüne ilişkin bakış açısıdır. Ben parlamenter sistemin doğru olduğuna inanıyorum ama her Başkanlık Sisteminin de yanlış ve antidemokratik olduğu iddiasında değilim. Denge denetleme mekanizmaları doğru kurulmuş, kuvvetler ayrılığı ihlal edilmemiş bir sistem getirmiş olsalardı ben başka türlü konuşurdum. Gerçekten de bazen Başkanlık sistemleri demokratik olabiliyor, bunun koşulları var ama getirilen sistem bu açıdan ciddi eksikliklere sahip aslında eksik kalsın diye bilerek irade olarak yapıldığı bir gerçekle karşı karşıyayız. Burada en önemli nokta bu değişikliklerde kuvvetler ayrılığı dediğimiz şeyin ihmal edilmiş olmasıdır. Kuvvetler ayrılığı, gücü bölmeye, onu frenlemeye, bir şekilde devlet iktidarı içerisinde onu kullanırken sınırlamaya dayalı olan bir sistem. Bu olmuyorsa sistemin adı ne olursa olsun demokratik olamıyor. Her şeyin başlangıcı kuvvetler ayrılığı. Kuvvetler ayrılığının var olup olmaması sistemin demokratik olup olmadığını anlatan en temel yargı. Böyle baktığınızda zaman da denge denetim mekanizmalarının da kuvvetler ayrılığının da hiçbir biçimde olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
“YARGI BAĞIMSIZLIĞI İNSANCA YAŞAMAKTIR”
Yargının bize getirdiği değişiklikler temelinde nereye oturduğunu değerlendirerek başlamak istiyorum. Yargı bağımsızlığı gibi üzerinde bu kadar çok durduğumuz konuların tam anlamıyla karşıtlığını halkımızdan alamıyoruz bazen; yargı bağımsızlığının sanki sadece hukukçuların sorunuymuş gibi algılandığı rahatsızlığı içerisindeyiz. Yargı bağımsızlığı, insanca yaşamak demektir. Yargı bağımsızlığı, onurlu yaşamak demektir. Yargı bağımsızlığı, hukuk güvenliğidir. Alnı ak, başı dik olan insanın alnı ak, başı dik dolaşabilmesidir. Sabah kapı çalınıyorsa gelenin sütçü olması demektir yargı bağımsızlığı. O nedenle yargı bağımsızlığının ifade ettiği kavramı doğru anlamamız gerekiyor.
“GETİRDİKLERİ SİSTEM 2010'DAKİNDEN DE BERBAT”
Bakın sözlerimin başında sadece bir Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun değişikliğinin Türkiye'de hangi sonuçları doğurduğu anlatmaya çalıştım. 2010'da halkın %58 çoğunluk ile kabul ettiği düzeni tamamen ortadan kaldırıyorlar, şimdi getirdikleri sistem bundan daha berbat bir sistem. Düşünebiliyor musunuz partili cumhurbaşkanı hâkim tayin edecek. Muhtemelen o bir partinin genel başkanı olacak. Partinin genel başkanı sıfatını taşıyan bir isim Hakimler Savcılar Yüksek Kuruluna üye atayacak. Adalet Bakanı ile Müsteşarı zaten kendi belirlemiş olacak. 4 tanesini bizzat kendi atayacak. Kalan 7 tanesini de TBMM seçecek. O TBMM'yi kim, nasıl oluşturacak onu da hepimiz biliyoruz. Bunu kabul edebilecek miyiz? Bunun doğurabileceği sonuçları düşünemiyor muyuz gerçekten? Bu bizim için çok vahim bir tabloyu ifade ediyor. Yargıç atamasının bir partinin genel başkanı tarafından yapılması kadar berbat bir sonuç olamaz. Aynı partili cumhurbaşkanı anayasa mahkemesinin üyelerini de seçecek.
“YARGI CUMHURBAŞKANININ PARTİSİNİN ELİNE GEÇMİŞ OLACAK”
Cumhurbaşkanının yargılamasına ilişkin esaslar getiriliyor biliyorsunuz. Cumhurbaşkanının işlediği bir suçtan dolayı soruşturma açılması için önerge verilmesinin 300 milletvekili ile, soruşturma komisyonu kurulmasının 360 milletvekili ile, yüce divana gönderilmesinin de ancak 400 milletvekili ile mümkün olabilecek; bu mümkün olsa dahi yüce divan sıfatıyla yargılamayı yapacak olan 15 anayasa mahkemesi üyesinin 12 tanesini Cumhurbaşkanı seçmiş olacak. Yani karşısına çıkacak olan yargıçları kendisinin tespit etmiş olduğu bir düzenden söz ediliyor. Bu son derece vahim gerçekten de ama daha vahim bir şey var artık oradan çıkabilecek olan yasaların anayasal denetiminin sağlanması mümkün olmayacak, asıl muhannet burada bence. En küçük birimine kadar yargı artık cumhurbaşkanının partisinin eline geçmiş olacak. Kimse avukat falan tutmayacak, İl Başkanları, İlçe Başkanları ile bitirecek işi. Bundan sonraki süreçte sistemi bunlar tayin edecek. Bir kentteki valiyi, İl Başkanını partili cumhurbaşkanı atayacak. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu ile yargıçları biçimlendirmiş, Vali ile yüksek bürokrasiyi de biçimlendirmiş, onunla birlikte kendi siyasal partisini de biçimlendirmiş. İlişkiler buna göre kurulacak artık. Böyle bir düzen içerisinde bir valinin o kentteki çalışmalarını nasıl ve ne biçimde, kimin referansıyla geliştirebileceğini herhalde hepimiz tahmin edebiliyoruz. Yargı artık hangi siyasal partiyse artık o, onun eline geçecek demektir.
“BU SİSTEM BENİ BAŞKAN YAPSANIZ YANLIŞTIR!”
Bu toplumun onurlu yaşamasının engellenmesi demektir. Bu insanca yaşamaktan bizi uzaklaştıracak olan şeydir ve o noktada artık kimsenin hukuk güvenliğinden söz edilemez, hele o partiye karşıysanız. Bu sistem Kemal Kılıçdaroğlu da gelse yanlıştır, Devlet Bahçeli Başkan olsa da yanlıştır, bu sistem Tayyip Erdoğan da Başkan olsa yanlıştır. Bu sistem, beni Başkan yapsanız yanlıştır. Yargı bağımsızlığının tümüyle ortadan kalktığı bir düzenden bahsediyoruz. Sistem kendi içerisinde kendisini beslemeyecektir. En küçük bir veraset davasının bile kanıtlanabilmesinin koşulları o bölgedeki siyasetçilerin işin içine girmesiyle birlikte mümkün olabilecektir. Bu kadar vahim bir tablodan bahsediyoruz.
“CUMHURBAŞKANININ KEYFİ SÖZ KONUSU OLACAK”
Size bazı örnekler vermek istiyorum; bu işin en iyi sürdürüldüğü Amerika'da yargıçlar görevlerine atanırken, daha okurken üniversitede duvar gazetesine ne yazdığı bile soruluyor. Ne yazdığını onun önüne konuluyor. Her ülkede belirgin bu tür sistemler var. Bu sistemlerin ortak paydası ise liyakattır. Atama yargıçların görev süresini nasıl geçirdiği, nasıl başarı elde ettiği, arkasında hangi hikayelerin olduğu bilinerek ve liyakat ölçüsü içerisinde yapılıyor. Bizimkinde sadece Sayın Cumhurbaşkanının keyfi söz konusu olacak. Başka hiçbir kriter yok. Böyle bir düzenlemeyle karşılaştığınızda bunun bir biçimde demokratik olduğunu söyleyebilmeniz artık mümkün olmuyor. Buradan bir hukuk güvenliği çıkarabilmek mümkün olmuyor.
“DENETİM YOLU ORTADAN KALKIYOR”
Yasama meclislerinin de fonksiyonları ortadan kalkıyor. Doğrusunu isterseniz başkanlık sistemi içerisindeki yasama meclislerinin fonksiyonu zaten azdır da bizde bu tümüyle denetleme mekanizmasını dışlayan bir sistem olarak karşımıza çıkıyor. Güvenoyu ve sözlü sorular olmadığı için bu sistem denetlemenin son derece kısıtlı olduğu, soruşturmayla ancak götürülebildiği bir düzen. Soruşturmanın da nasıl olduğunu biraz evvel anlattım size.
“CUMHURBAŞKANI HAKKINDA SORUŞTURMA AÇILABİLMESİ ZORLAŞTIRILIYOR”
Bakın parlamenter sisteminin Cumhurbaşkanları, gerçekten sorumsuzdur. Cumhurbaşkanlarının tarafsız olması gerekmektedir. Tarafsız olduğu için, bütün bunlara sahip olması gerektiği için de sorumsuz kılınmıştır. O bahsedilen sorumsuzluk aktif sorumsuzluktur aslında yani ‘sen hiçbir şeyden sorumlu değilsin' anlamında değildir. Kriz çözme noktasında devreye girmesi gereken insan olması düşünülmüştür. Devletin birliğini temsil etmesi de o açıdan önemlidir. Ama sen şimdi o Cumhurbaşkanını alıp, Başbakanla birleştiriyorsun, Başbakanlığı da alıyorsun onun adına yeni sistemde Partili Cumhurbaşkanı diyorsun. Bugün bakan ya da başbakan hakkında TBMM'de %10 yani 55 milletvekili ile soruşturma önergesi verilebiliyor. 300 milletvekiline gerek yok. Seçilme çoğunluğu dedikleri 184 oy ile soruşturmada açılabiliyor. Sen getirdiğin şeylere bak, bunlar olabilecek şeyler değil… Küçük küçük şeyler var mesela, Cumhurbaşkanının işlediği suç diyor. Trafik kazası yaptı mesela, birini ezse, bu süreçte 300 kişinin imzası gerekiyor soruşturma açmak için, 360 kişi komisyon kurmak için 400 kişinin imzası da yargılamak için gerekiyor. 10 yıllık Cumhurbaşkanlığı görevi sona erdi diyelim. 14. yılda bir trafik kazası yapsa aynı şeyler geçerli biliyor musunuz? Yine aynı çoğunlukları mecliste bulmanız gerekiyor, bu adamı yargılayabilmek için. Böyle bir düzenleme olabilir mi? Adeta fanus içine alınmış bir Cumhurbaşkanlığı sisteminden söz ediyoruz. Cumhurbaşkanlığı bir şekilde de olsa yargıdan uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Neden görev süresi sona erdikten sonra hala bu sistem devam ettirilmeye çalışılıyor? İnsanın aklına bin bir türlü şey geliyor.
“İSTİKRARIN HİÇ SORUMSUZ SAĞLANDIĞI DÜZENİN ADI DİKTATÖRLÜKTÜR”
Koalisyonlardan çok çekmişiz, 15 senedir tek parti değilmişiz artık bu istikrarı bir şekilde sağlamamız gerekiyormuş. Bir şeyi belirleyelim lütfen; istikrarın hiç sorumsuz sağlandığı düzenin adı diktatörlüktür. Kendisini demokrasiyle ifade eden ülkelerde marifet istikrarı demokrasi içerisinde sağlayabilmektir. Burada Partili Cumhurbaşkanı denilen bir sistem var, o tek adamdan parlamento da etkilensin, onun partisine oy verilsin diye aynı anda yapılıyor. Dünyanın hiçbir başkanlık sisteminde böyle bir seçim yok. Bütün başkanlık sistemlerinin uygulandığı yerlerde salt tek kişinin aldığı yetkinin bir biçimde de olsa konjonktüre uydurulması, halkın idaresinin belirlenebilmesi bakımından parlamentolar farklı zamanlarda seçiliyor. Amerika'da mesela kısmen yapılıyor. Tamamı da aynı anda değişmiyor. Sırf değişen konjonktüre uygun bir biçimde seçimlerin demokratik bir biçimde iradi olarak yapılması sağlansın diye yapılıyor. Biz tam tersi o tek adama her şey uysun diye yapıyoruz.
“PARTİLİ ADAM TARAFSIZ OLUR MU?”
Bu akıl alacak bir şey değil. Partili Cumhurbaşkanı tarafsızlık üzerine yemin edecek. Böyle bir şey olabilir mi? Partili bir adam tarafsız olur mu? Partiye girmişse bir adam taraflı oluğunu ifade etmektedir zaten. Böyle çelişkileri barındırıyor.
“TEK ADAM YAKLAŞIMININ ESASINDA CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİ VAR”
Anayasanın 7. maddesinde yasamanın devredilmezliği ilkesi var, e devrediyor kararnameyle. Bu Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, bu ülkede sadece yasama meclislerinin işlevini kısıtlamakla, Anayasanın 7. maddesinde yazılı olan yasamanın devredilmesi ilkesini ortadan kaldırmakla, yasamanın işlevine giren konularda kendisinin sadece bir kararnameyle bütün her şeyi düzenlemesinin ötesinde anlamlar taşıyan sonuçlar içeriyor. Bunu görmemiz lazım. Bunun çok ciddi sonuçları olacaktır. Bu tek adam yaklaşımının esasında var olan husus, Cumhurbaşkanlığı kararnameleridir.
“CUMHURBAŞKANINA DOĞRUDAN DOĞRUYA OHAL İLAN YETKİSİ VERİLİYOR”
OHAL ilan edildi biliyorsunuz Türkiye'de. Dünyanın her yerinde OHAL'in zamanı ve kapsamı itibariyle değerlendirmeler yapılır. OHAL bir nedenle ilan edilir. Bizde de 15 Temmuz'dan sonra bence de doğru ve haklı olarak ilan edilmiştir. Türkiye bir darbeden geçmektedir. Başlangıçta haklıydı ilan edilirken kanımca. Terörü de içine katarak FETÖ nedeniyle OHAL ilan edildi. Hükümet OHAL nedeniyle, OHAL kapsamında kanun hükmünde kararnameler çıkarmaya başladı. Kanun hükmünde kararnameler OHAL'in ilan nedeni olan konuların dışına çıktı. Mesela rektörlerin atanması da ona bağlandı, GATA'nın Sağlık Bakanlığına doğrudan hastane olarak bağlanması gibi OHAL'in ilanıyla alakası olmayan konulara dönüştü. CHP'de OHAL'in haksız bir biçimde geliştiğini düşünerek, FETÖ konusu dışında kalan hususların iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu. Anayasa Mahkemesi anayasadaki bir hükme dayanarak, “Hayır, Ben bunların anayasal denetimini yapamam.” dedi. Gerçekten de anayasada böyle bir hüküm var. ''OHAL zamanı çıkan kararlar Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi değildir'' diyor. Oysa Anayasa Mahkemesinin 1991'de ve 1993'de 2 tane kararı vardı. OHAL'in ilan edilme nedeni, yer, zaman ve kapsamı içinde bir aykırılığı söz konusu ise 1991 ve 1993 yılında Anayasa Mahkemesi demiş ki, “Ben buna bakarım. Burası bir hukuk devleti, Anayasa'nın 2. maddesinde bu yazıyor. Dolayısıyla sen Anayasada böyle bir hükmün varlığı nedeniyle hukuk devleti sınırları dışına çıkamazsın.” Bu anayasa mahkemesi bütün bunları sildi. Şimdi bunun ortaya koyduğu vahameti anlatmaya çalışıyorum. Bu anayasa değişikliğiyle seçilecek o partinin Cumhurbaşkanına doğrudan doğruya OHAL ilan yetkisi veriliyor. OHAL'i artık Cumhurbaşkanı ilan edebilecek.
“FREN MEKANİZMASININ OLMADIĞI BİR SİSTEM”
Cumhurbaşkanı aklınıza ne gelirse kanun hükmünde kararname çıkarabilir yani. Kararnameyi çıkarır ve Türkiye üstünde her türlü değişikliği yapabilir. Hiçbir denetim mekanizması yok bu sistem içinde. Böylesine önemli bir dönemeçteyiz ve bu noktanın bizi getireceği sistem böylesine ciddi tehlikeler içeriyor. Parlamentonun işlevinin yol olduğuna tanık olacağımız bir tablo söz konusu. Başkanlık sistemlerinin hem seçim kanunları itibariyle seçilme anlayışları hem siyasal partiler kanunu ile yasama meclislerinin belirlenmesine ilişkin düzenlemeleri son derece farklı. Şimdi bunlar “Türk tipi” dedikleri bu garabetle bu iki sistemi bir araya getiriyorlar. Bize bunu ‘istikrar' adı altında anlatmaya çalışıyorlar.
“PARTİLİ CUMHURBAŞKANI HİÇBİR NEDEN OLMAKSIZIN PARLAMENTOYU SEÇİME GÖTÜREBİLECEK”
Bir de fesih yetkisi var, bu da önemli bir konu. Yazılışı itibari ile bakarsanız fesih yetkisinden söz etmiyor. Söz ettiği şey seçimlerin yenilenmesi süreci. Bu seçimlerin yenilenme sürecini kendi içerisinde garip bir düzenlemeye tabi kılmış. Partili Cumhurbaşkanı hiçbir neden öne sürmeksizin sadece kendi değerlendirmesiyle parlamentoyu seçime götürebiliyor. Ama parlamentonun Cumhurbaşkanını seçime götürebilmesi ancak 5'te 3 çoğunluk gerektiriyor. Partili Cumhurbaşkanı dediğimiz kimsenin %50+1 oy alması gerekiyor ama parlamento dediğimiz organ %100'le oluşuyor. Parlamentoyu fesih ediyorum dediği andan itibaren %50+1, %100'ü fesih ediyor demektir.
“BÖYLE SİSTEMLER AFRİKA'DA, ZAMBİYA'DA, GAMBİYA'DA FALAN VAR”
Böylesine bir antidemokratik düzenleme yapılabilir mi? Bunun anlaşılabilir bir tarafı yok. Eğer bir başkanlık sisteminden söz edeceksek hiç böyle bir fesih yetkisinin olmaması gerekiyor. Dolayısıyla bu sistemin demokratik ülkede var olduğunu düşünebilmek, bunun bir demokrasi iddiası içeriği olduğunu söyleyebilmek son derece zor. Böyle sistemler Sahra Altı Afrika dediğimiz ülkelerde, Zambiya'da, Gambiya'da falan var.
“TEK ADAMA HAYIR!”
Tek vatan evet, tek millet evet, tek bayrak evet, tek devlet evet ama Tek Adam hayır!”
Program sonunda Baro Başkanı Durakoğlu ile Av. Necmi Şimşek'e plaket takdim edildi.
Hazal BAŞARAN