Hatırlayabildiğim ve hafızamın derinliklerinde kendine yer edinmiş ilk bayram; dedem, babam, amcalar, yengeler, kardeşler ve kuzenlerden oluşan kalabalık bir ailenin kurban kesme törenleriydi. Sonra ilkokula başladığım yıllar da okulun tatil edilmesinden öğrendiğim “şeker bayramı” oldu. Yaşadığımız vadinin güney tarafına düşen bizim gibi başka bir mezrada yaşayan komşularımızın oruç tutup sonrasında bayram yaptıklarıydı.
Ablalarımın gelin oldukları, iki yıl ilkokula gittiğim ova köyünde sıkı oruç tutma inançları ve oruç bittikten sonra bayram yapılırdı. Adı; Şeker Bayramıydı. Biz bütün çocuklar şekere doyardık.
Ama benim hayatımda, orucunu tutmadığım bayramın, komşuların ve arkadaşlarımın neşesine ortak olmaktan öte gitmezdi. Kurban Bayramıysa et yemek güzeldi ama bir cana kıymak iç burkucuydu. Gençliğimde kurban kesmişliğim olduysa da “canı canla ödüllendirmenin” anlamsızlığını anladığımda bir daha hiçbir cana kıymadım.
Bayramlara herkes birçok anlam yükleyebilir. Tarihsel inançlar, adetler, gelenekler, ihtiyaçlar başkasına bir şey dayatılmadığı sürece saygıyla karşılamak ve toplumsal sevinçlere ortak olmak, dayanışma kültürünü yaşatabiliyorsa (!) çok da güzel.
İkincisi, milli bayramlar. Feodal, hanedan devletlerden endüstriyel çağa girerken üretim biçiminin değişmesi sonu ortaya çıkan uluslaşma ve etrafı sınırlarla çevrili ulus devletlerin kuruluşu ve bu kuruluşu gerçekleştiren askeri ve siyasi kadroların ekonomik modele uygun toplumsal moral ve motivasyonu artırmak adına, günün anlam ve önemine vurgu yapmak için ilan ettikleri bayramlar.
İlk, orta, lise yıllarında istisnasız bütün bayramlara zorunlu olarak katıldım. İlk yıllarda çok eğlenceliydi. Hele de ilkokuldakiler. Okuduğum şiirlerle kendimi göstermek ve alkış olmak çok gurur vericiydi. Büyük bir özgüven patlaması olurdu.
Ortaokul ve lise yıllarında da öyleydi ama başta saatlerce sırada beklemek, yetkililerin ne dediği kimsenin umurunda olamayan hamasi nutukları, su ve tuvalet bulamama durumu, soğuksa üşümek. Sıcaksa beton üzerinde saatlerce beklemek, kan ter içinde bayılanları izlemek. Askeri nizam yürümek o genç bedenlerde de zihinlerde de “biran bitse de kurtulsak” dedirtiyordu insana. Şehrin ortasında tuvalet sorunu, erkekler bir yolunu buluyordu ama kızlar için tam bir ıstıraba dönüştüğü anlara tanık oluyorduk.
Bence en ilginç olanı devletin bayramı. “İlginçliği ne?” diye soran olursa; cevabı en azından tarihi kaydetmeye başladığımız süreçten başlayıp günümüz bayramlarına kadar kim ne demiş, ne yazmış, kim ne dilekte bulunmuş, ne vaaz etmiş öğrenebiliriz. Sonuç: Aynının aynısı. Eskiler buna “aynı tas aynı hamam” derlermiş.
Her dönem iktidar sahiplerinin ve kapitalizmin adaletsiz ekonomik ve siyasi yapısında beyhude “dilek” yarışına girenlerin boş hamaseti, halk için güzel günlere hasretin özlemiyse, egemenler için siyasi propaganda. Zenginler için vicdanlarını rahatlatma lütfuna dönüşüyordu. Diğer yandan başta işçi sınıfı için ağır ve karşılığı ücretli kölelikten öte gitmeyen üç-dört gün dinlenme imkanı ya da ay sonunu kıta kıt getirmeye çalışanlar için bayram mesaisi yapıp evine bir lokma daha fazla ekmek götürme fedakârlığı.
Ama gerçek; her bayram, bütün dileklere ve temennilere rağmen, bir öncekini aratır duruma gelmesi. Buna; “her seferinde aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemenin..” en basit tabirle çaresizliğin dışa vurumundan başka nedir ki?
Eskilerden uzaklardan olanlar bayram kartı gönderirlerdi. Hatırlanmak, hatırlamak için ve bir anı bırakmak için. Devleti yöneten hükümet başkanları yurttaşlarının bayramını kutlamak için dini bayramsa büyüklüğü ve tarihi önemi yüksek cami önlerinde, süslü mesajlar yayınlarlar, yurttaşlarına ne kadar önem verdiklerini, ne kadar onlar için çalıştıklarını, ülkenin içinde bulunduğu durum şimdilik sıkıntılı olsa da yüce milletimiz Allah'ın izniyle her şeyin üstesinde geleceklerini, bayramların ülkemiz için bolluk bereket getirmesini dilerlerdi. Yani yapmadıkları ve yapamadıklarını, yolsuzluk ve yoksulluğu, adaletsizliğin sebebi ve sorumlusu kendileri değilmiş gibi, çaktırmadan “Allah'ın iznine, milletin yüceliğine, sadakat ve sabrına” bağlarlar, sorumluluktan sıyırmanın aracına dönüştürürlerdi. Şimdilerde öyle ki her şey “Allahtan” denilmeye başlandı.
Altmış yıl o dileklerin gerçek olduğuna hiç tanıklık edemedim. Bizden önceki yedi sülalemin de o dileklerin gerçeğe dönüştüğünü gördüklerini sanmıyorum.
Sol çevrelerin bayram mesajları da çok ilginç gelmiştir bana. Hatta biraz daha fazla. Maddi dünyanın değişiminin ancak bilimle, üretimle, emekle, adil, eşit paylaşımla, barış, demokrasi için mücadeleyle mümkün olacağını savunanların her bayramda “eşit, özgür ve sömürüsüz, barış içinde bir ülke ve dünya dileklerimle bayramınız kutlu olsun” gibi mesajları farklı bir geleceğe vurgu yapsa da, mahalle baskısının ve egemen ideolojik rüzgarların girdaplarından savrulmak bu olsa gerek.
Sözün özü; Hiçbir gücün, halkların tarihsel kimliklerinden ve inançlarından kaynaklı yaşadıkları maddi manevi duygu birliğinin üzerinde tepinmediği sürece saygımız sonsuzdur.
Kimilerinin Can Yücel'e, kimilerinin Can Dündar'a atıf yaptıkları ama bayram ruhunu en iyi anlatan dizeler;
“Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır…”
Kalbinde en samimi, en güzel, en insancıl kin ve nefretten arınmış tüm insanların bayramı kutlu olsun.