Sulu boya resimlerde olur daha çok, uzaktan baktığınız zaman tam şurada kırmızı şapkalı, beyaz elbiseli bir kadın var dersiniz.
Yaklaştığınız zaman birbirine karışmış renkler ve fırça izleri görürsünüz!
Fırçayı eline verdiklerimizin bıraktığı izleriz belki de?
Sinirli kuru ellerin çizdiği bir tablonun köşesinden mi bakıyoruz dünyaya?
Tekneyi çakıllı kumsala çekerken soluğunuzu tutmanıza sebep olan bir sürtünme sesi gelir.
Acıyı bazen o sürtünme sesine benzetiyorum.
Kısa olduğu kadar derin. Teknenin ve sizin bildiği kadar kişisel.
Geleceğin gölgesi mi düşer insanların üzerine?
Olacağı hissederler mi?
Ondan mı uzaklardadır gözleri?
Sebepsiz olur mu hiç bu dalıp dalıp gitmeler? Aradığını bulmuş gibi utangaç gülümsemeler, sevdiğini kaybetmiş gibi, kendine bile göstermeden elinin tersiyle göz yaşlarını silmeler.
Sıradaki kitabın okuduğunuzdan daha güzel olması garip gelmez mi size de?
Yalnızlık mı güzeldir?
Kendinizi dinleyebileceğiniz yerler mi?
Gerçeği sakladığı için mi severiz geceyi, saklanmamıza olanak tanıdığı için mi?
Oysa aydınlık ve güneşli bir gündü diye başlıyor pek çok hikâye. Kasabaya mavi renkli bir minibüs geliyor, elinde çantasıyla uzun boylu bir yabancı iniyor…
Motosiklet kullanan bir arkadaşım kaza yapmıştı, ziyarete gittik, bir bacağı kırık, solgun yatıyor.
Eşi vardı başucunda bizi görünce gülümseyerek çıktı, rahat konuşun gibilerinden.
“Bir fren sesi duydum. Hepsi o kadar, gözlerimi burada açtım.”
Lastik ve asfaltın sürtünmesinden çıkan ses hayatınızın geri kalanında taşıyacağınız izler bırakabilir.
Acıyı bazen o sürtünme sesine benzetiyorum.
Kısa olduğu kadar derin. Motosikletin ve sizin bildiğiniz kadar kişisel.
Güneşli ve aydınlık bir günde kalabalıkta yürüyorsunuz.
Vitrinlere bakarken, tanımadığınız insanlara gülümserken ne düşünüyorsunuz kim bilir?
İfadesi temiz, eli yüzü düzgün bir delikanlı sürtünüyor, bütün kibarlığıyla özür diliyor.
“Kusura bakma ağabey bir iş görüşmem var da.”
Acelesi olmayan mı var artık?
Hem kendinizden de bilmez misiniz iş görüşmelerinin heyecanını, geç kalırsanız, yetersiz bulunursanız, çok bilmiş görünürseniz…
Bildiğiniz en anlayışlı tavrınızla içinizden başarılar diliyorsunuz delikanlıya, koşarak kayboluyor.
Bir esnaf lokantasında karnınızı doyurduktan sonra hesabı ödemek için elinizi cebinize atıyorsunuz, cüzdanınız yok!
Bir tabak kuru fasulye, pilava saatinizi rehin bırakıyorsunuz!
Acıyı bazen o sürtünme sesine benzetiyorum.
Kısa olduğu kadar derin. Pilav ve sizin bildiğiniz kadar kişisel.
Gölgeler iyidir!
Griler ve arada kalan her şey.
Hoş, arada kalanlar ezilir zamanla ya kaybolur ya unutulur. Gri de başka bir renge dönüşür ister istemez.
Hafta sonu çocuk parkına yakın bankta oturuyorum. Evden manava diye çıktım, oyalanıyorum.
Sıkı, kıran kırana bir basket maçı var. Gençler üçe üç tek pota kapışıyor, dirsekler, küfürler, kahkahalar havada uçuşuyor.
Otuzlu yaşlarda bir adam oğluyla elektrik direklerine, ağaçlara kendilerinin hazırlamış olduğu kayıp ilanlarını yapıştırıyor.
Cinsini bilmediğim bir köpeğin siyah beyaz fotoğrafı, görenler arasın diye bir telefon numarası, bolca umut.
Belki çaresizlikten, belki de teselli olsun diye aklına söyleyecek başka bir şey gelmemesinden “yeni bir yavru alırız” diyor baba.
Çocuk ağlamaya başlıyor!
Hissettikleri yansıyor yüzüne, büyük bir adamın yenilgiyi kabullenmiş gözleriyle bakıyor.
“Sen benim babam mısın gerçekten?”
Öyle demek istemedi diye geçiriyorum içimden.
İnsanların sadece kendi bildikleri, anılarının tavan arasına, anahtarları büyük sandıklara sakladıkları kırılma anları oluyor.
Parktaki çocuk hızla yaşlanmaya başlıyor.
Ormanda kuru bir kütüğün üzerinde torunu ile oturuyorlar.
“Babam yeni bir yavru alırız deyince kaldım öyle!”
“Köpeği bulabildiniz mi dede?”
“Bulamadık!”
“Köpeğin adı neydi dede?”
“Domates.”
“Neden domates?”
“Evden manava diye çıkan yazar öyle yazdı diye…”
Mavi minibüs uzun boylu yabancı da dahil tüm yolcularını indirmiş, kasabanın tozlu yollarından şehre dönerken bir motosiklete çarpıyor. Bir fren sesi duyuluyor, hepsi o kadar…