Bugün Pazar saat dokuz gibi gökyüzüne şöyle çepeçevre bir göz gezdirdim ve anladım! Sabahın köründen beri üzerimizde şeremet şeremet salınan güneşten, gözünü kırpıştırıp kaşınan bendenize haber var: ‘bahar geldi al çapayı eline, düş bahçenin yoluna' diyor. Toprak yoğun kar yağışından nasibini aldığı için henüz kurumamış ama can bu! Perdenin arkasında böyle ışık ışık bir günde duramıyor.
Eski giyitlerimi geçirip sırtıma, dar attım kendimi dinlenmiş toprağın sırtına.
Epey çapa yapıp yorulduktan sonra duş almak üzere bahçedeki işime bugünlük son verdim. Tabii bu arada fark etmiş oldum ki, kıştan yeni çıkınca toprak işi yapanın çabuk tükeniyor gücü kuvveti… Büyükler, “çalışmaya çalışmaya insan kışın hamlaşır” derdi benim şu anki ahvalime. Kim bilir hamlaştık mı, yoksa kendimize anlatamasak da, doğanın dolaysız diliyle “yaşlandık” mı bilinmez. Gayrı elli altı yaşındayım ben de. Galiba gönül yaşlanmasa da gövde yaşlanmış..
Şöyle güzel bir temizlenip uzun boylu kahvaltı yapmak için can atıyorum. Bu arada mesajlarımı kontrol etmeyi ihmal de etmedim elbette. İşte o iletilerin birinde çocukluğuma ait, rahmetli halam ile çektirdiğim fotoğrafı gördüm. Yeğenim Canan Kirezli göndermiş. Ben de yoktu böyle eşsiz bir anının ete kemiğe bürünmüş, Fatma Kirezli ve abisinin oğlu bendeniz İbrahim Çeşmecioğlu diye görünmüş hali. Çok mutlu oldum doğrusu. Fotoğraflar kaybettiklerimizi ve çocukluğumuzu gösterirken, güneş de baharı müjdeliyor.. Bense burnumun ucuna düşen hüzün ve hazanı yaşıyorum bildiğin.
Bir anda oldu her şey!..
Bir zaman makinesinin içinde elli yılı, birçok mevsimi, binlerce kilometre yolu soluk soluğa yaşadım sanki. Ah! çok yorgunum. Bunu yaşlanan bedenime mi yorsam, o terütaze zamanların hatıralarında kalan yaşadıklarıma mı acep? Nasıl güzel, ne kadar naif ve yeğin; safi insan masumiyetiyle çevrelenmiş bir dünyanın çocuklarıydık bir zamanlar. Alıma üşüşenlenleri eksik yazarsam, bilenlerce binlerce kez haksız sayılacağım zehabına kapılıyorum, ah!
Fotoğrafın arka bölümünde doğal fon oluşturmuş taş duvar tek katlı bir yapı aslında. Orası bizim dilimizde “mağaza”, toplumun genel anlayışında “depo” dedikleri ve zirai üretimimizin biriktirildiği yer. Bir de kedi, köpek, tavuk, at, inek olmak üzere, ancak hepsinin yeri içeride duvarla bölünmüş olarak ayrı planlanmış büyükçe bina anlayacağınız. Yalnız ben atları hatırlamıyorum. Babam yüzünde ince tebessümüyle zaman zaman masal tadında anlatırdı onları bana. Atları arabaya koşup, bağlarımızdan yaptıkları sirkeyi ve topladıkları altın rengi üzümleri haftalarca Trakya'nın bir çok köyünü gezerek sattıkları o maceralı dönemi, sanki atomu parçalayan adamın başarısından daha mucizevi bir iş mişçesine saatlerce anlatmasını hiç unutmam rahmetli babamın. Devrin insanının gözünde, evine kimseye muhtaç olmadan bakabilmek.. aldığı gübreyi, kumaşı, güğümü, ineği, kömürü ödeyebilmek hayat memat sorunuydu koca bir köy için. Ahlak zırhıyla, namus kalkanıyla korunurdu nefisler. Nerde kaldı! Nereye kayboldu o sadre şifa günler! Harcıalem devirlerin, devvare asalaklarına dönüştü tavrı cenahımız.
Fotoğrafta görünmeyen sol tarafımızda ise, altı kocaman taşlardan, üstü ahşap ve ihtimal deredeki (Millet Bahçe) tarlamızdan kesilmiş kavaklardan Ali dedem ile kardeşlerinin yardımlaşarak inşa ettikleri evimiz var. Zeminden ikinci katın ahşap kısmına kadar kirecin içine renklendirsin diye çivit karıştırılıp boyanmış. Çocukluğumun taş, kireç, çivit, ahşap kokan efsuni cenneti. Görünüşe bakılırsa beş ya da altı yaşındayım orada. Resmi çeken kişinin (hatırlamam mümkün değil ancak Ali Uçan'dır diye düşünüyorum) yanında kara taşlardan yapılma, dar uzun yalağı olan çeşmemizde çamaşırlar soda eritilerek yıkanmış ve güneşe asılmış. Haaa! Çeşmenin hemen peşi sıra yalağa doğru bükülmüş, rüzgârlı gecelerde ibadet eden kalenderi derviş gibi eğrim eğrim duran armut ağacını da unutmayayım. Pek önemlidir benim için; üç metre batısına, iki beyaz çiçekli, henüz bahar sarhoşluğundan çıkamamış akasyayı da dahil etmeliyiz.. böylece çocukluğumu eşsiz kılan her bir anıyla fotoğrafın sınırlılığını, bir çırpıda anılarımla sınırsız zenginleştirmiş olacağız.
Karşımızda kalenderi armut, dibinde soluk gri borusu, bakır kurnasıyla kapalı olsa da sürekli damlayan çeşmemiz.. hava görece lâkayt, belli ki esintisiz.. Ben, kirlilerin çamaşır sodasına basılan siyah kazanın ve su kovasının bir adım önünde hazırolda durmuş mahzun, şakın birazda kuşkulu çocuk! Çocukluğum, fisebilillah cennetim..
Arkamızdaki mağazanın(depo) içinde yeni doğurmuş kuzguni siyah köpeğimizin, altı veya yedi tane beyazlı, siyahlı, kahverengili enceği. Gözleri yeni açılmış dünyaya, etrafı tüysüz, çapaklı. Henüz köpek diyemezsin, aynı uzay canlısı! En az iki yüz üç yüz balya ot ile samanın ardındaki bölmede beş baş ineğimiz, iki de boğamız katiyen doyurulamayan açlıklarının öfkesiyle ortalığı ayağa kaldırıyorlar.
Mööööööö...mmmmöööö!
Yüzümüzün dönük olduğu taraf istikametinde Rahmetli Mustafa Alkan'ın evi. Onu sonsuza uğurladıktan sonra eşi İlmiye teyze senelerce karşımızda oturdu yine. Hemen onların bitişiği sağ yanı Nesli annenin eviydi. Nesli annenin bahçesi hıncahınç ağaç, kuş, arı ve tavukların da daimi mekânlarıydı sağlığında. Şimdi nereye yüzümüzü dönsek sevimsiz ölü beton! Nesli anne ile bizim evi kesen ve o zamanlar gürül gürül akan dereye gelince. Onu aşıp geçebilmek için, bana olağanüstü bir akılla yapılmış gibi görünen ahşap bir köprü vardı.. Hâlbuki şimdi düşününce köyümüzdeki basit geçitlerden sadece biriydi o kadar. Tahtaları dar uzun olup, birbirine eklenerek ve oradan buradan temin edilen malzemeyle meydana getirildiği gün gibi açıktı. Geçenin beri tarafı, yani bizim evin hemen yanı, nenemin biber, patlıcan, domates, nane.. sınırları etrafınca kekik, taze soğan, sarımsak, pembe renkli yerli gül, mor zambak, ıtır, ısırgan, karagöz, kadife gibi karanfiller, kasımpatılar yetişen uçmağıydı. Etrafı köpekler girip te zarar vermesin diye gündöndü saplarıyla korumaya alınmış, ahir yaşamda varsayılan sonsuz mutlu yaşamın, bu dünyada nenem tarafından oluşturulmuş kompozisyonuydu hakkıyla. Bana bugün kanıtla deseler, her iyi şeyin mükâfatlandırıldığı cennette olduğu gibi, nenem dallarından koparmaya kıyamadığı güzelim çiçeklerini birbirini seven gençlerin yakasına usulca iliştirirdi. Bu bir sır olurdu aralarında. Bilenden sevenlere sunulan. O zamanlar iki insan birbirini sevdi mi bahçelerde bütün çiçekler onlar için açar, onlar için kokardı. Nenem bilirdi, sevmek dediğin şey bizatihi cennetti, öyleyse kim aşka düşerse çiçeklerle taçlandırmak gerekti.
Rüzgarlar dindiğinde damımız aktarılır, yaz ilerledikçe sıra kış için, tarhana, kuskus, salça, kuru incir, ceviz hazırlamaya gelirdi. Daha evin ahşap tavanının kirişleri ve kolonlarına dizi dizi kavun karpuz kınnap iplerle bağlanıp asılacak. Ev köşe bucak toprak kokacak; kavun, karpuz, incir kokacak. Bunun yanında sandıklar muşmula, ahlat, arpacık soğan dolacak. Daha cevizler bademler kabuklarından ayıklanıp kapkara boyanmış ellerle kendir çuvallara doldurulacak. O resimde duran sadece bir dakikalık zamandır, yoksa yazın aylak kalana kimse iyi gözle bakmazdı, kimse!..
İkinci kata çıkan ve sağ taraftaki merdiven boşluğu ile hayatın (hol) önemli bir bölümüne babam, halamla birlikte düzen verip alanı en verimli kullanmak adına kışlık yiyeceklerimizi istif ederlerdi elbirliği edip de. Haa! Bu yerleştirme işi bildiğin peyzaj estetiği gibiydi bilesiniz. Benim diyen iç mimara aynı düzeni kurduramazsın günlerce. Yapmak özenli olduğu kadar, bozmak babamla direk çatışmayı göze almakla eşti hanemizde.