İbrahim Çeşmecioğlu

Biz büyüdük ve kirlendi dünya / 2

Evimizin ikinci katının, merdiven çıkışını korunaklı hale getiren parmaklıkları önünde, tahta kurtlarının ömrünce kemirip deviremediği kunt sedirin üzerinden evin tavanına bakıyorum.

Karanlık bir dinginlik geziniyor içimde..

Sezonda taşınıp getirilen, sonrada babamın mühendis titizliğiyle istiflenen yiyeceklerimize, iştahı kabarmış farelerin çekinceli tıkırtıları ekleniyor.

Ama çok cılız..

Gece meydanı boş bulunca azıyor namussuzlar.

Gaz lambası ışığında ders çalışıp, İlmiye nenenin cin ve peri öyküleriyle uykuya dalmak o zaman ürpertiyordu ama şimdi düşündüğümde yüreğimi yumuşacık ediyor. Daha bir damla çocukken, masallarda ecinnilerin başı gece yarısı kapıya dayanırsa, “tuz ölçerim tuz” diye kuvvetlice bağırmamızı tembihlerdi İlmiye nene.

Hadi sıkarsa gece tuvalete çık göreyim şimdi!

Karanlığın evren kadar geniş olduğunu düşündüğüm tavanımızda farelerin kapsamlı taarruzu bir yanda; periler, cinler, şeytanlar gece boyu durmadan gezinir durur diğer yandan aklımda. Çareyi çok gıcırdayan cümle kapısının mandalını olabildiğince sessiz açıp direk kapının önceğizine çövdürmekte bulmuştum.

Bir gece uyuyamayıp evin önündeki boşlukta sigara içen babamın, nokta atışı isabetle kulağına tazyikleyerek “ooohh!” diye bir güzel gerinerek damalı pijamamı da karnıma kadar çekip yatağa yollanmışım. Sabah halama söylemiş homurdanarak: “Sende öğretmen oldun olmasına ya, hala cin peri masallarıyla çocuğu kandırıp korkudan sokağa işetirsiniz yahu!” Halam, “ben duysam kim anlatır bunları, hiç müsaade eder miyim abi” falan dese de, babam, “eh şimdi duydun işte.. akşam çocuk tuvalete gitmeye korktuğundan eşikte oturmuş sigara içerken karanlıkta fark edemeyip kulağıma işedi!” Halamın için için gülmekten bağırsakları oynasa da korkusundan hiç ses edememiş zavallı..

Sonra ayak yolundaki evin temel direğine her akşam kısık yanan bir idare lâmbası koydular. Ama fazla gaz yakmasın diye, normal olanların bir boy küçüğüydü bu lâmba.

Neyse işte; böylece şeytana ettiğim bin bir küfrü, bütün gece yanan idare lâmbasından aldığım cesaretle birlikte tuvalet kültürüne böyle çevirmiştim okuduğunuz üzere.

Gene resmin içine sessizce dalıp, içinde duyduğum kokuların peşine takıldı gitti aklım!..

Koku dediğin canlıların en eski duyusudur efendim. Görmekten de önce, gözden de eskidir. Görü oluşmadan duyu vardı çünkü. Ve zannederim o fotoğrafta bulunduğum yaşlarda bütün yeryüzü evimiz ve bahçemiz gibi güzel kokar sanırdım. Zannederdim ki kasabalar, şehirler, yollar hep böyle taze biçilmiş yulaf, dalından koparılmış domates kadar muhteşem kokuyor. Ve zannederdim ki, böylesi güzel kokuları ciğerine dolduran hiç kimse, bir başkasına kötülük yapmıyor.. cana kıyamıyor.. yalan söyleyemiyor.. hiç ama hiç kimseyi üzmüyor!

Zaten yaş itibarıyla henüz aklımız başımızda olmasa da, eminim büyük ölçüde öyleydi.

Tekrar tekrar izliyorum bu iki fotoğrafı. Bir ona bir diğerine bakarak. Irmak gibi birikmiş ve deli gibi yanaklarımdan dökülen bir özlemle.

Çok masal dinlemekten sebep, her bir nesneye büyülü gerçeklik yüklerdik ergenliğe yol alan ömrümüzde. Şimdi bile destanları, masalları, türküleri öyle severim, öyle severim bilemezsiniz.

Ne üzülmüştüm çivit mavi boyaları dökülmüş evimizi, zaman canavarı gözümün önünde acımadan berhaneye döndürdüğünde!

Ne yanmıştı yüreğim o güzelim taşların içine sızmış çocukluk düşlerim ve sırlarımın ağır ağır kaybolup gittiğini gördüğümde!

Sonunda yıkılma tehlikesi olduğu için bütün eski yapıların kaderini yaşadı.

Şimdi yeri çekilmiş çürük bir diş gibi bomboş duruyor.. bomboş!

Sırtımı dayadığım engin bir dağ, küçücük bedenimi sarıp büyüten o füsuni çağ, yıkılan güzelim evimizle birlikte bir daha dönmemek üzere terk etti dünyayı.

Yüklüğümüz, yün yorganlarımız, geyik desenli duvar halılarımız anılarda kaldı..

Keklik, karaca, aslan resmedilmiş kilimlerimizin tek parçasını koruyamadık!

Beyaz şeker çuvalından dikilmiş ve açık pencere önünde efilenen sakız gibi perdelerimiz yok artık!

Ak sabun kokusundaki ruhumuzu iyimserlik dolduran sihir kalmadı.. şimdiki dünyada benzerini bir daha katiyen duyamayacağımız bir parfümeri şöleninin en özgün kokularını bulamayız arasak da gayrı!

Yok artık böyle bir kimya, yok böyle bir iksir! Oysa bağlarımızdaki üzümün altın tozuna banılmış renginde ve tadındaydı bizim çocukluğumuz.

Bir zamanlar sanmıştık ki büyümek, üzümün rayihasından sonra, şarabın eskimeyecek değerine dönüşmek olacaktır ileriki yaşlarımızda..

Olamadı, beceremedik; eskiyerek eksildik, çürüdük!

Yapamadık, istesek de önleyemedik insanın içindeki kibri, yıkıcılığı ve zalimliği!

Biz büyüdük ve kirlendi dünya!

***

Ki hepimizin hayallerinin önünde,

kursak denen boğum boğum bir yol vardır.

Gerçekleşmeyen umutlar,

illaki orda takılıp kalanlardır.

Boğazımın tavanında sallanan,

üzgünlüğümün merhameti,

iflah olmaz vakarı..

Burnumun ucuna yürüyenlerse

gölgözümün debisini aşanlardır.

Gök yığın yığın üstümde,

kussan olmaz,

yutsan yutulmaz,

unutsan hiç unutulmaz..

Umut bu,

kiminin sindirimine göredir

kiminin kalbine!

Yolun da yoranı makbuldür kişiye,

kimisiyle kalpten kalbe gidilir!

kimisiyle kursaktan direk mideye inilir!

Kiminin sindirimine şölendir bonfile, biftek!..

Kimi takılır kalır,

ona zuldür yemek borusunda yürümek.

Anlarsın ki:

bazısı dünyayı yutsa sindirir,

bazısı, dünyaya geldiğine pişman olur yerinir!

Üzgünlükten olma ağır gerçekle,

naif kişiye hançeresi bizatihi hançerdir.

Ah dünya!

dibi katran,

tabanı isyan,

üzerine doğan güneş bile bin pişman!

Bir kısmını yedirir, içirir, sevindirir ve semirtir!

Bir kısmını, kanatır, acıtır, ağlatır da,

çıkmaz sokakta ağılayıp ağlayıp öldürür!

YORUM YAP