Büyük şehrin adı Işıklıkent'ti ama ne gariptir ki ışıkları yalnızca en zengin semtlerini aydınlatıyordu. Merkezden uzaklaştıkça, kentin karanlık tarafları başlıyordu. Dar sokakları, yorgun işçileri, geçim derdiyle uğraşan memurları, dükkânlarının kepenklerini zar zor kaldıran küçük esnafı, işsizler, kimsesizler, mülteciler, sığınmacılar, kaçaklar… Şehir büyük, sorunlarıysa daha da büyüktü. Ve bir süredir, herkesin dilinde dolaşan, ince ince yayılan bir korku vardı.
Işıklıkent'te son zamanlarda işlerin iyice karıştığını görüyordu herkes. Bir gün gazeteler manşet attı: “Barış gelecek, Adalet Gelecek! Herkese İş, Herkese Ekmek.” Yeni bir reform paketiyle hak, hukuk, adalet ve eşitlik vaadi vardı. Şehrin bütün ötekileri dikkat kesildiler. Halk bu kör döğüşünde bıkmış, akan kandan uzak kalmanın, iş, ekmek ve insanca bir yaşam umudu gibi sunuldu bu sözler. Evde, işte, sokakta, kahvehanelerde insanlar hep bunları konuşuyordu. “Belki bu sefer…” diye umutlandılar. Gözler devletin yeni temsilcisi olarak atanan, medyatik ve halkla iç içe görünen Valilik Temsilcisi Hamdullah Bey'e çevrildi. O da her konuşmasında hak ve hukuk vaat ederek, “Halkımızın yanında olacağız” diyordu, insanlara selam veriyor, onları dinliyordu.
Ancak, bu vaatlerin hemen arkasından garip bir şey olmaya başladı. Kentin emekçi semtlerinde, işçi sendikalarına, kooperatiflere ve hatta dayanışma gruplarına yönelik baskınlar arttı. Ücretlerini ve daha iyi çalışma koşullarını talep eden işçiler bir bir gözaltına alınmaya, sendika temsilcileri “toplumu kışkırtma” suçlamasıyla tutuklanmaya başlandı. Önde gelen muhalif gazeteler toplatıldı, haber sitelerine erişim engellendi. Umudun yerini endişe aldı. Sözde beklenen “adalet” bir türlü gelmiyordu; onun yerine, kar topu gibi giderek büyüyen bir baskı ve korku sokaklara yayılıyordu.
Kentte memur olan Fikret, durumu gördükçe öfkeleniyor, dişlerini sıkıyor ama bu öfkeyi içinde tutmak zorundaydı. Küçük bir bakkal işleten Feride Hanım muhalifti. Sabah dükkânını açtığında zabıtaların bakkal fiyatlarına “denetim” adı altında müdahale edildiğini gördü. “Adaleti bu mu, sanki enflasyonu ben yaptım?” diye sordu kendi kendine, ama korkudan sesini yükseltemedi. Hatta bazı sabahlar bakkalının önünde şüpheli adamların dikildiğini fark etti, göz göze gelmekten bile çekiniyordu artık.
Büyük şehrin sessiz sakin insanları, yaşananların ardındaki niyeti anlamaya çalışırken, yaşlı sendikacı Bahtiyar Usta, bu oyunları daha önce de yaşamış çevresindekilere uyarılar yapıyordu. “Evlatlar, bizi birbirimize düşürmek istiyorlar. Umudu sol elle gösterip, sağ ellerinde başı çivili sopaları arkalarına saklıyorlar tepemize indirmek üzere. “Onlar ve biz” ikilemi yaratıp düşmanlaştırma üzerinden bizim geleceğimizle oynuyor, teslim almaya bize biçtikleri kaderi kabullenmemizi istiyorlar.”
Gençlerden biri olan Serkan, babası da inşaat işçisi olan, gözü kara bir gençti. Bahtiyar Usta'nın sözlerini duyunca etrafa bakındı, “Bizi kışkırtmaya çalışıyorlar, anladık. Ama bize adalet ne zaman gelecek?” dedi.
Bahtiyar Usta başını salladı, “Dayanışmayla, sesimizi korkusuzca duyurarak, demokrasi ve adalet en çok bize gerekli, ondan asla vazgeçmeden ve provokasyonlara gelmeden. Karnı tok, sırtı pek onurlu bir yaşam bizim de hakkımız” dedi. Hindistan ulusal kahramanı Gandi'nin bir sözünü hatırladı “Kimsenin kirli ayaklarıyla beyninizde gezinmesine fırsat vermeyin” diyordu.
O gece ve daha sonraları kentin emekçi semtlerinde cılız ışıklar sönmedi. Gençler, işçiler, küçük esnaf, mülteciler, kimsesizler sessizce haber bültenlerini izliyorlardı. Kentin yönetimi, onları yalnızlaştırmak ve susturmak için ne kadar bastırsa da insanlar o dayanışma ruhunu koruyarak “Aklınızı ve hakkınız olanı başkasına teslim etmedikçe, kimse sizi teslim alamaz” sözünü kendilerine yol gösterici hedef olarak belirlediler.
Bir sabah, Işıklıkent'in ara sokaklarında büyük harflerle yazılmış bir cümle belirdi: “Kışkırtmayın Bizi. Biz Olmazsak Siz de Olmazsınız.” Herkes kendine soruyordu: Işıklıkent'in ışıkları bizi de aydınlatsa kime ne zararı olurdu ki?