BAKİ ÇİFTÇİ

Büyüksinekli, Gümüşpınar ve Danamandıra ÇED önü ve sonu

30 Ocak 2025 tarihinde Sancak Enerji Hizmetleri A.Ş. Silivri mahalleleri Büyüksinekli, Gümüşpınar ve Danamandıra sınırları içinde Rüzgar Tribünleri kapasite artırımı CED için halk bilgilendirme toplantısı organizasyonuna karşı, Silivri Çevre Derneği'nin ve Kuzey Ormanları Savunmasının çağrısıyla halkın yanında dayanışma için katılım sağladık.
Son yıllarda genelde Trakya'nın özelde Silivri ve komşu ilçe sınırlarında ‘mantar biter' gibi devasa rüzgâr tribünleri hayatımıza giriverdiler. Doğup büyüdüğünüz köyünüzün, siz onu evinizin diye düşünün, tepenizde dev pervaneler dönüp duruyor. Hayvan otlattığınız meralar, mahsulünde beslendiğiniz tarlalarınızın orta yerinde, yol boylarında, sağınızda solunuzda pervaneler dönüyor da dönüyor.
Ne yapsak? Gururlanalım mı? Ülkemiz enerjide dışa bağımlılıktan kurtulacak, daha bağımsız ve müreffeh olacağız. Ülke kazanacak biz kazanacağız, yoksulluk bitecek sevinsek mi? Şirketler ve iktidar bürokrasisi “Sevinin” diyorlar. (Diyorlar da “ülkenin kaynakları el değiştirdiği için halk kendi toprağında yabancı konumuna düşmüş, talana karşı koruması suç sayılıyorsa doğal varlıkların halkın çıkarına kullanılması mümkün değilse, sevinmek nasıl olacak?) Çevre ve doğa savunucuları; “Kazın ayağı öyle değil, gelin biz size doğrusunu anlatalım” diyorlar. Biz de öyle fazla derinlere dalmadan gördüklerimizi, bildiklerimizi, öğrendiklerimizi aklın, vicdanın, yerde karınca, gökte kuş, börtü böceğin, yılan çıyanın hakkı için, gelecek kuşakların yaşam hakkı için sözümüzü söyleyelim. Kızılderili reisin dediği gibi “Paranın yenmeyeceği” gün geldiğinde söz söylemeye yüzümüz olsun.
Trakya'da ve Silivri'deki rüzgâr santrallerinin tarım arazilerinde ve orman alanlarında yoğunlaşması, ekosisteme zarar vermekle kalmayıp gıda üretimini de tehdit ediyor. Şimdi de ormanlık alanlara genişleme talepleri, doğa koruma açısından ciddi bir risk oluşturuyor. Halbuki Sancak Enerji Hizmetleri A.Ş. Konya RES projesini tanıtırken, “Burası ne tarım arazisi, ne hayvan otlatma merasıdır, ne de doğaya zarar verecek bir yer değildir” diyerek Silivri'de yapılanın ironik itirafı niteliğindedir. “Aksine doğayı koruyoruz” diyor.
Özellikle Türkiye'de çevresel değerlendirmeler (ÇED) çoğu zaman kâğıt üzerinde yapılıyor ve projeler şirketlerin lehine olacak şekilde onaylanıyor. Orman alanlarının rüzgâr santrallerine açılması, ekosistem bütünlüğünü bozarak uzun vadede geri dönüşü olmayan zararlara yol açacağı riski çok büyüktür. Göçmen kuşların güzergahı üzerindeki türbinler ise zaten büyük bir tehdit oluşturuyor. Santraller için açılan yollar, kesilen ağaçlar, enerji taşıma direklerinin geçtiği yerlerdeki orman tahribatını bir şirketin para kazanma hesaplarına kurban mı edeceğiz? Başta şunu belirtelim ki en az riskli enerji kaynaklarının geliştirilmesi elbette çok önemli. Kamu yararını kimse inkâr edecek değil. Ancak bu projeler kamu yararı için mi yapılıyor, yoksa şirket yararına mı? Kamu yararı; kamu kaynaklarıyla yapılıp halka en ucuz, hatta ücretsiz sunulması hizmetidir. Doğasını, arazisini, gelir kaynaklarını, gayrimenkul kıymetini kaybeden halk, bir özel şirketin müşterisi olacaksa kamu yararı bunun neresinde sorusunu sormak her yurttaşın hakkıdır.
Burada temel sorun, enerji politikalarının doğayla uyum içinde değil, sermaye lehine şekillenmesidir. Plansız, çevresel etkileri kısa, orta uzun vadede zararı faydasından daha büyük santral izinleri, “yeşil enerji” adı altında aslında doğa katliamına dönüşebiliyor. İktidarın doğa talanına göz yuman yaklaşımı, yalnızca rüzgâr enerjisinde değil, madenler, HES'ler, kıyı ve kıymetli tarım alanlarını betonlaştırma, su kaynaklarının kirletilmesine neden olan projelerinde de benzer şekilde işliyor.
Madencilik, enerji ve finans sektöründe ise, yabancı yatırımları ezelden beri belirgin bir şekilde artış göstermektedir. Bu şirketler, doğal kaynakların çıkarılması ve işlenmesinde önemli bir paya sahiptir. Özellikle 1980 12 Eylül faşist darbesi ve sonrasında, bu alandaki uluslararası sermaye yatırımlarında genel bir yükselme, AKP iktidarları eliyle zirve yaptığı bir süreci yaşıyoruz.
Yabancıların yerli ortaklı işbirlikçi şirketlerin Türkiye'deki ekonomik gücü, sadece yatırım ve istihdam boyutuyla değerlendirilemez. Görünürde “yatırım” ve “büyüme” olarak sunulan süreçlerin arkasında, aslında yerli halkın aleyhine işleyen bir sömürü düzeni yatıyor. Sömürge hukukunun bir çeşidi olan neoliberal ekonomi modeli ile doğal kaynaklar, emek ve kamu varlıkları hızla özelleştiriliyor ve uluslararası sermayeye devrediliyor.
Bu sistem nasıl işliyor?
1. Kaynakların Elden Çıkışı:
Türkiye'nin altın, bor, nikel gibi zengin maden rezervleri büyük ölçüde yabancı şirketler tarafından işletiliyor. Çıkarılan hammaddeler, ülke refahına kazandırılmadan yurt dışına gidiyor. Örneğin, Kanadalı Alamos Gold'un Kaz Dağları'ndaki altın madeni projesi, binlerce ağacı katlederek ekosisteme zarar verirken halkın da yaşam alanlarını yok etti. Erzincan İliç maden de yaşananlar, insan ve doğa kırımları ülkenin neredeyse her yerinde sömürge yağmasını aratmayan bir durum ortaya çıkmıştır. Kaynakların zenginlikleri uluslararası tahkim kuruluşlarının güvencesinde olduğundan iç hukuk devre dışıdır. Yani Türkiye yargı sistemi bu şirketlere işlemiyor.
2. Devletin Koruma Kalkanı:
Hükümetler, uluslararası şirketlerle imzaladıkları Tahkim Anlaşmaları sayesinde, bu şirketlerin kazançlarını garanti altına alıyor. Örneğin, Fransız ve İtalyan şirketlerinin işlettiği otoyollar, köprüler ve havalimanları dolar ve euro üzerinden gelir garantili sözleşmelerle finanse ediliyor. Kısacası, halkın ödediği vergiler doğrudan bu şirketlere aktarılıyor.
3. Yerli İşbirlikçiler ve Rant:
Yabancı şirketler, doğrudan kendi çalışanlarını değil, yerel işbirlikçileri ve taşeronları kullanarak sömürüyü meşrulaştırıyor. Yandaş müteahhitler, enerji şirketleri ve madencilik firmaları, uluslararası sermayeyle ortak hareket ederek servetlerine servet katıyor. En büyük örneklerden biri, Cengiz Holding'in siyanürlü altın madenciliğinde uluslararası sermaye ile kurduğu ortaklıklar gibi.
4. Yoksulluğun Derinleşmesi:
Türkiye'de 2023 itibarıyla açlık sınırı asgari ücreti geçti, yoksulluk sınırı ise orta sınıfı bile yoksul hale getirdi. Tarım arazileri madencilik ve enerji projeleri için yok edilirken halk ithal gıda tüketmek zorunda kalıyor. Madencilik, enerji ve inşaat projelerinin etkisiyle çevre katliamı yaşanıyor, ancak bu projelerden elde edilen gelir halka değil, sermaye gruplarına gidiyor.
Sonuç: Modern Sömürgecilik
Bu sistemin adı neoliberal sömürgecilik ya da bağımlı kapitalizm olarak adlandırılır. Eskiden doğrudan askeri işgalle sömürgeleştirilen ülkeler, artık ekonomik mekanizmalar aracılığıyla kontrol ediliyor. Yeraltı ve yerüstü kaynaklar, finans sektörü ve kamu hizmetleri yabancı şirketlerin eline geçerken geniş halk kesimleri ucuz işgücü, yüksek vergiler ve düşük sosyal haklarla yoksulluğa mahkûm ediliyor. Yakın zamanda Çatalca Polonez İşçilerinin “sendika üyeliği” anayasal hakkın bile yabancı sermaye adına nasılda baskı altına alındığı en basit örneğini hafızamıza kazıyor.
Biliyoruz ki gerçeği gizlemek için, “yatırım, istihdam, kalkınma” laflarıyla sömürü ve talanın üzerini örtüyorlar. Halbuki olay, modern sömürgecilik mekanizmasının yoksulluğun ahlaksızca sömürüldüğü bir dünya ve Türkiye gibi ülkelerde nasıl çalıştığını anlamakla başlıyor.
Finans sektörüyle halkı borçlandırıp tüketim bağımlısı yapıyorlar, madencilikle doğayı ve emeği sömürüyorlar, özelleştirmelerle kamusal kaynakları yağmalıyorlar. Bunun yerli taşeronları, siyasetteki işbirlikçileri de pastadan pay alıp zenginleşiyor. Sonuç? Halk yoksullaşırken bir avuç şirket ve onların desteklediği elitler servetlerine servet katıyor.
İşte Silivri Mahallerinde (orman köyleri) olanlar bu genel yağma ve talan düzeninin çarklarından sadece biridir.
Ama buradaki kilit soru şu: Buna karşı ne yapacağız? Sadece tespit etmek yetmez. Alternatif bir ekonomik ve siyasi düzeni örgütlemek, halkı bilinçlendirmek gerekiyor. Yoksa “bunlar hep böyle” demekten öteye gidemeyiz. En tehlikelisi de buna boyun eğmek ve kanıksamaktır.
Silivri Çevre Derneği ve Kuzey Ormanları Savunması gibi yurtsever, doğasever, yeryüzünü sadece insan için değil, toprağın bütün paydaşlarının yaşam hakkını savunmanın insanlığın vicdanına ve onuruna yakışan bir sorumluluk olduğuna inanan oluşumlar, bu mücadelenin öncülerindendir. Doğanın talanına, ekosistemin tahribine ve sermaye odaklı projelere karşı verdikleri mücadele, sadece bugünü değil, gelecek nesillerin yaşam hakkını da koruma çabasıdır. İnsana yakışan en onurlu itibar budur.,
Not: Silivri Çevre Derneği Başkanı Ali Korsan' ın onca sağlık sorunlarına rağmen doğa ve yaşam hakkı için gösterdiği çaba ve fedakarlıkları selamlıyorum.

YORUM YAP