Ufuk Bek

Çocukluğumun akvaryumu -1-

Silivri'de yaşayan herhangi bir çocuğa, “Denizde gördüğün balıkların isimlerini say” deseniz, kaç tanesini söyleyebilir bilmiyorum.
Oysa bizim çocukluğumuzda, sahil kenarında ya da iskelede yürürken, denize şöyle dikkatle bir baktığımızda gördüğümüz balıkların ve deniz canlılarının isimlerini saymaya kalksam, yüzüme inanmayan gözlerle bakarak “Yok artık!” diyebilirsiniz.
İlk olarak, sahil kenarındaki yeşil yosunların arasında oradan oraya zıplayan, karidesin küçük kardeşi “Tekeler”den bahsetmeliyim size. Balık tutarken yem olarak kullandığımız tekeleri kepçeyle süzerek yakalamaya çalışırken, can havliyle öyle yükseğe zıplarlardı ki, en iyi yüksek atlamacıları ceplerinden çıkarırlardı. Biz, onların can derdinde olduğunu anlamaz, “tekelerin dansı”nı izlediğimizi zannederdik.
Kıyıdaki kumların üzerinde kovalamaca oynayan “Kum balıklarını” seçmekte zorlanan gözlerimiz, kısa süre sonra pırıl pırıl suya alışır, dalgalı/şekilli kumların üzerinde hareket eden küçük gri renkli şeyleri fark eder, birbirlerinin peşinden koşmaktan hiç bıkmayan sevimli ufaklıkları keyifle izlerdik.
Ardından “Kaya balıkları” ile “Sümüklü balıkları” ilişirdi gözümüze. Sabahtan akşama kadar kıyıdaki taşların ve yosunların arasında, saklambaç oynayan çocuklar gibi, hiç bıkmadan koşturup dururlardı.
Bazı günler, sahil kıyısındaki sığ sularda (Küçük Has Fırın Sokağı çetesi olarak) bütün gün dolaşır, elimizdeki (ucuna çatal bağlanmış bir metrelik dal ya da demir parçası) zıpkınla “Pisi balığı” ve yakın akrabası “Dil balığı” avlamaya çalışır, ancak, kumdan ayırt edilmeyen rengi ve derisiyle adeta birer “kamufle ustası” olan bu balıkları (yanlışlıkla üstüne basmamıza rağmen) fark etmekte çok zorlanırdık. Güneşten bunaldığımızda denize dalar, biraz yüzüp serinler, ardından yine balık peşine düşerdik.
Genellikle dipte gezmeyi seven ve kumların üzerinde kendini gizlemeyi başaran balıklardan biri de “Kırlangıç Balığı” idi. Sakin karakteriyle kımıldamadan duruyorsa kendisini fark etmek pek mümkün olmazdı; ancak hareket ettiğinde, başının iki yanından birer yelpaze gibi açılan renkli süzgeçlerini gösterip, salına salına bir manken gibi yürümeye başladığında hepimizi kendine hayran bırakırdı.
Karşılaşmaktan korktuğumuz birkaç tehlikeli balık da yok değildi hani. Bunlar “İskorpit” ve “Trakonya” balıklarıydı. Özellikle Trakonya Balığı gördük mü arkamıza bakmadan kaçardık.
Sonra, yüzerlerken izlemeyi en çok sevdiğim o güzelim “Lapin Balıkları” vardı. Hepsi gökkuşağı gibi rengarenkti (ve o zamanlar gökkuşağı renklerini kimse suçlamaz, herkes çok severdi). Lapinlerin öyle umursamaz bir halleri vardı ki, bu gamsızlıkları çoğunlukla hayatlarına mal olsa da çoğunlukla “dünya yansa umurlarında değilmiş” gibi davranır, oltaya da hemen gelirlerdi. (Sazan balıklarıyla bir akrabalıkları olduğundan kuşkulanmamıştım o zamanlar, ama şimdi düşündüğümde, olabilir sanki!)

YORUM YAP