İskelede balık tutarken belli başlı yerlerimiz vardı. Hangi balığın daha çok hangi bölgelerde yaşadığını, nerelerde dolaşmayı sevdiğini hemen herkes bilirdi. Mesela hepimiz bilirdik ki, zargana tutacaksak “iskele başında” iyi bir yer kapmalıydık.
Kefal peşindeysek, -ki çok uyanık balıklardı Kefaller, oltayla yakalamak hiç mümkün olmazdı- mekanımız “dönemeç”in köşesiydi.
Dip balığı olan ve kayaların arasında yaşayan İspari, Karagöz gibi balıkları tutmak büyük ustalık isterdi; ucuna kurşun bağladığımız misinalarımızı “Yapı Kredi Bankası” tabelasının asılı olduğu elektrik direğinin oradan dalgakırana doğru atardık. Çoğunlukla İspari ve Karagöz yerine, İzmarit ya da Çırçır takılırdı bizim oltamıza; kazara birkaç iri İspari tutabilirsek, sevinçten havalara zıplardık.
İstavritler, gündüzleri Kraça yavrularıyla turlarken, gece hava karardıktan sonra küçükleri yuvalarına bırakıp ay ışığında gezintiye çıkarlar ve çoğunlukla bu gezinti esnasında takılırlardı oltanın ucuna. İstavritler daha çok sokak lambalarının aydınlattığı yerlerde gezinmeyi sevdiklerinden, biz de iskelede ona göre yer seçerdik kendimize.
Gümüş balıkları kalabalık gruplar halinde gezer, güneş vurduğunda isimlerine yakışır şekilde ışıl ışıl parlar, gözlerimizi kamaştıran bir ışık huzmesi oluştururlardı. Peşlerinden gelen Zargana ve İstavrit balıklarının saldırılarını ise, -Messi gibi- usta bir futbolcunun feyk atarak rakibini aldatmasına benzer bir tavırla öyle kolay savuştururlardı ki, hep birlikte ve aynı anda yaptıkları bu eşsiz ustalıktaki hareketler, senkronize yüzücüleri kıskandıracak kadar muhteşem görünürdü gözümüze.
Bazı geceler, çok seyrek olsa da, iskeleden sarkıttığımız oltanın ucuna Çinekop takıldığı da olurdu. Hemen yakalanan balığın etrafında bir kalabalık oluşur, “Sarı kanat” olup olmadığına bakılır, sıkı bir incelemeden sonra Çinekop olduğuna karar verilir, -bu arada hangi yemle tutulduğu sorulur- sonra herkes oltasının başına döner, yarım bıraktıkları işlerine kaldıkları yerden devam ederlerdi.
Böyle gecelerde, birkaç gün önce aynı yerde birinin Lüfer tuttuğu rivayet edilir, herkes oltasını oraya yakın bir yerden atmaya çalışır, genellikle bir dedikodudan ibaret olan bu haber kısa sürede tüm iskeleye bir sis gibi yayılır ve anlatan kişinin de inandığı bir efsaneye dönüşürdü.
Küçük yengeçlerle oynamayı severdik, ama ebeveynlerini gördüğümüzde kaçacak delik arardık. Balıkçılar, ağlarına takılan Trakonya, İskorpit ve Pavuryaları (Yengeçlerin ağababası) elleriyle ayıklarken, onları şaşkınlıkla ve -merakla karışık- büyük bir saygıyla izlerdik.
Vatoz ve Tırpana Balığını birbirinden ayırmakta zorlanır, ama Pisi balığı avlamak için sığ sularda gezinirken kumların üzerinde aniden karşımıza çıkacaklarından korkar, pür dikkat kesilirdik.
Ben en çok Zargana tutmayı severdim. Suyun üzerinde atlaya zıplaya koşturmayı seven bu balıklar, uzun ince gövdeleriyle yılan gibi kıvrılarak yüzerken en ünlü dansözlere taş çıkartırlardı. İğnenin ucuna yem olarak gümüş balığı taktığımız kurşunsuz oltalarımızı, iskele başından denize sallar, arkadaşım (Hacı) Muzaffer Eren, misinanın ucundan tutarak daha uzağa götürür, o daha iskeleye geri dönmeden, eline çabuk bir Zargana oltanın ucundaki Gümüş balığını testereye benzeyen ağzının arasına sıkıştırır, açıklara doğru sürüklerken, ben de heyecan içinde misinayı sonuna kadar salar, balığın yemi yuttuğundan emin olduktan sonra hızla geri çekmeye başlardım. İşin en eğlenceli kısmı burasıydı benim için. Zarganayı yukarı çektiğimizde elimize alıp, ta midesinin ortasına kadar yuttuğu iğneyi çıkarmak bir hayli uğraştırsa da, bu süreç öyle büyük bir heyecan ve keyif verirdi ki bana, o anlarda dünyanın en mutlu insanı benmişim gibi hissederdim.
Ancak, bazen balık iriyse misinayı kopartır ve avucumuzu yalamak zorunda kalırdık. Hemen koşarak, sahildeki -Yeni Gazino' nun karşısında bulunan- “Acem Hasan”ın dükkanından yeni bir oltayla misina alır, gerisingeri iskele başına döner, balık tutmaya kaldığımız yerden aynı hevesle devam ederdik.
Saydığım onlarca balıktan başka, denizde yaşayan birçok canlıyla da haşır neşirdik. Balıklardan sonra en çok elimizin değdikleri ise, iskelenin kenarlarına ya da dalgakıranın beton ayaklarına tutunarak yaşamını sürdüren irili ufaklı Midyelerdi; genellikle akşamüstüne doğru çıkarılan en iri midyeler, dalgakırandaki taşların arasında yakılan bir ateşte, sağdan soldan bulunan herhangi bir teneke parçasının üzerinde pişirilir, klasik bir yaz ziyafeti olarak afiyetle yenilirdi.
Bazen balıkçıların teknedeki ağlarını temizlerken çıkarıp kıyıya attıkları, pembeden kızıla çalan renkleriyle utangaç bir kız çocuğunu andıran Deniz Yıldızlarıyla göz göze gelir, içimizde uyanan dokunma isteğine karşı koyamaz ve elimize alıp biraz sevdikten sonra tekrar suyun içine bırakırdık.
Bir de, kumların üzerinde ya da dipteki yosunlu taşların üzerinde rast geldiğimiz Deniz Kestanelerine dokunmaya çekinir, dikenleri bir yerimize batmasın diye sakınır, uzaktan izlemekle yetinirdik.
Pırıl pırıl deniziyle, dalgakıranı ve iskelesiyle, envai çeşit deniz canlısıyla; uzaktan sesini duyduğumuzda yüreğimizi pır pır ettiren pancar motorlu balıkçı tekneleriyle ve usta balıkçılarıyla, her canlının birbirini az ya da çok sevdiği ama mutlaka birbirine “Saygı” duyduğu eşsiz bir yerdi.
Benim çocukluğumdaki, doğal bir akvaryuma sahip olan sahil kasabası Silivri, işte böyle bir yerdi.