Ali Gülcü

Çoğul konuştuğumuz zamanlar

Tülü çekiyor, balkon kapısını aralıyorum. İyot kokusu ile akşam serinliği doluyor içeriye. Bizim ev denize uzak halbuki.

Karanlıkta oturuyorum bir süre, sokaktan gelen sesleri dinliyorum. Farklı bir şey yok, yine çöp kamyonu geçiyor. Yağmur başlıyor tekrar, perdeler ıslanıyor.

Ne var aklımda?

Hiç!

O boşluğa sığınıyor, dolsun da istemiyorum.

“Sen yapabilir misin öyle bir konuşmayı?”

Ses tanıdık fakat kim acaba?

Hangi konuşmayı kastettiğini anlıyor, duymazdan geliyorum. Okuduğum bir romandan bahsediyor. Yapamam diyeceğim, uzatacak. Yaparım diyeceğim, bu defa inatlaşacağız. Belli mi insanlar?

Gülümsediğinin ve odayı terk ettiğinin farkına varıyorum.

Briketten duvarların yalancı garantisinde, yatmadan önce kapımızı kilitleyince güvende hissediyoruz!

Çocuk kalmak başka nasıl anlatılabilir en kestirmesinden?

Kısa videolar ve fotoğraf kareleri biriktiriyoruz farkında olmadan. Bilinçaltı arşive kaldırıveriyor. Şu görüntü de dursun burada, lazım olacak ileride. Amaan bunu silelim, ötekinin üzerine yapalım bu kaydı. Hatırlamaya çalışırken kafası karışsın azıcık!

Çok geçmiş bir gün. Çam ağaçlarının çıtırtıları duyuluyor.

Sessiz. Orası hep sessizdi zaten! Bir kozalak yere düşüyor, irkiliyorum. Hala da öyle. Bahçeye çakıl dökmüşler, taşların arasında otlar ve dikenler bitmiş. Üzerine çıplak ayağınızla basmadan anlayamıyorsunuz. Duvarlara sürte sürte ağaç kabuklarından gemi yapmaya çalışıyorum. Gemi hariç her şeye benziyor. Becerip yapan, çamaşır leğeninin içinde yüzdüren var.

Dalları yerleri süpüren zerdali ağaçları, tembel guguççukların derme çatma yuvalarını saklayan dut ağacı. “Baksana oğlum yumurtaları gözüküyor yeminle!

Yere yayılmış hasırlar, içleri saman dolu yastıklar, ille de beyaz danteller…

Kutsal ve tehlikeli bir görevi yerine getirir gibi, girdiği tüm savaşları kazanmışçasına mağrur, dik, korkuluk.

Cam sürahinin yanında duran bardağa suya takılıyor gözlerim.

İki yudum içip bırakmışım?

Ne zaman?

Dinlenmiş su iyidir derler, kabarcıklar çıkmış içinde, beklemiş…

Ne kadar?

Ortak anılar denir.

Paylaşılan zaman dilimi, bulunulan yer aynı olabilir fakat ileride hatırlarken veya anlatırken değiştirecekleri için herkesin anısı farklıdır!

Hissedilen, düşünülen birbirinin aynı olmaz hiç.

İnsan an yaşanırken fark etmeyebilir.

Aradan yıllar geçip de fotoğraflara bakarken kalırsınız öyle.

Aslında yokmuş orada dersiniz, objektife bakan o değil.

O değilse kim peki, diye de düşünmezsiniz.

İnsan düşündüğü yerde midir, nedir?

 

Zemini mazotlu, talaş serpilmiş eski pastanelerde lüks olsun diye üzeri süngerle kaplanmış, pötikare örtülü masalar olurdu. Hani şu ayaklarından biri kısa olduğu için yerinde duramayanlardan.

Sigara yanıklarından sebep o kirli sarı sünger pırtlardı birkaç yerden.

Kamyon kasası büyüklüğünde gerekirse kafa göz yaracak gibi dökme veya alüminyum kül tablaları olurdu. Üzerlerinde bankaların firmaların isimleri…

Neden bilmem, ‘var mı' diye sorulurdu.

“Ne içersiniz?”

“Limonata var mı?”

Döner giderdi, sırma saçlı, akşamdan kalma, sarımsak kokulu, kirli yelekli garson.

Alüminyum bir tepsiye sıraladığı vazo büyüklüğünde bardakları elleri titreyerek bırakırdı.

Düşler bile alüminyum kalitesindeydi o zamanlar, kolay şekil aldığından belki?

İlle gelir bir eşek arısı konardı bardağın kenarına, üflersin gitmez, elinle yellersin gitmez, laftan anlamaz. Korktuğunu anlarlarsa gülenler olurdu.

“Zehrine alerjim var da hastanelik oluyorum, uğraşmayın bir de benimle, zaten sıcak!”

“Affedersiniz saatiniz var mı?”

Çok çabuk geçen ve hiç geçmeyen saatler olurdu. Uzatmaya çalıştığında kısalan, geçsin diye dua etmeye başladığında uç uca eklenen.

“Ah be yavrimu, Aliki sen istersin akrep de seni dinlesin, yelkovan da. Kapatoooruz vire… Meyhanecinin de evi var kale…Popopo.”

Ver bi cigara, diyemezdik de “fazla sigaranız var mı” diye sorardık.

Fazla derken neyi kastediyorduk acaba?

İhtiyaç fazlası mı?

“Ah çakmağımı da çalışma masamda unutmuşum!”

Hayallerinize laftan anlamaz eşek arıları konar mı sizin de?

Yılmaz Erdoğan'ın Yazlık şiiri düştü aklıma, “rica etsem sırtıma sürer misiniz, kaçırdığım fırsatları?”

“Kalkıyoruz biz.”

Çoğul konuşunca kalabalık hissederdik herhalde?

“Mehmetlerdeyiz bu akşam!”

Halbuki yalnız kalkar, tek başına giderdik Mehmet'e. Mehmet de okumaya gelmişti köyden, bir başına otururdu. Küçük tüpte çay demlerdi, içerdik, çok kitabı ve çok derdi vardı.

“Korkuluk geceleri yürüyormuş oğlum...”

YORUM YAP