Dün gece yatağa uzanıp ışığı kapattığımda saat ikiyi biraz geçiyordu. Başımı yastığa koyar koymaz bir öksürük sağanağına tutuldum. Yıllardır böyle feci bir durumla karşılaşmamıştım. Hemen yattığım yerden fırlayıp yatağın kenarına otururken, bir yandan da aceleyle komodinin üzerinde duran su dolu bardağa uzandım. Aceleyle birkaç yudum su içtim, boğazımdaki hırıltı geçer diye bekledim biraz, ama nafile… Sanki daha da şiddetlendi meret! “El mi yaman, bey mi yaman!” der gibi sıkıştırdı göğsümü. Başucumdaki (kitap okurken kullandığım) lambayı açtım; öksürük nöbetleri arasında otururken bir an o korkunç düşünce geldi yerleşti beynimin içine; “Covit 19 mu olmuştum yoksa?” Bu hastalıklı düşüncenin zihnimi ele geçirmesiyle birlikte, ani bir telaş duygusuyla, hızlıca giyinip, hastaneye (acil servise) gitmek geçti aklımdan. Vazgeçtim. Yavaş hareketlerle oturduğum yerden kalktım ve lavaboya gittim; ışığı açıp aynadan yansıyan yüzüme dikkatlice baktım, uzun uzun inceledim. (Sanki virüsleri görebilirmişim, korona olduysam anlayabilirmişim gibi!) Sağ gözüm birkaç günden beri aşırı kanlanmıştı. Bir iki gündür başım da olur olmaz ağrıyordu (özellikle dün gece çok şiddetli ağrımıştı). Banyodan çıktım, telefonu elime aldım ve Google amcaya “Korona belirtileri nelerdir?” diye sordum. Vereceği yanıtları beklerken, beynimin içinde soru işaretleri oradan oraya koşturup duruyordu. Göz kanlanmasının bu sinsi hastalıkla bir ilişkisi olabilir mi diye sorgularken, ışık hızıyla okudum çıkan sonuçları.
Çok şükür ki ana belirtileri arasında böyle bir şey görünmüyordu. Biraz olsun rahatladığımı hissettim. Öksürük hafiflemiş ama tamamen geçmemişti henüz. Bense ekrandaki yazıları okumaya devam ediyordum. En önemli belirtinin “ateş” olduğu yazıyordu. Vücudumda böyle bir belirti olmadığından şimdi daha da çok rahatlamıştım. Ancak baş ağrısının da birkaç belirtiden biri olduğunu okuduğumda yüreğimi yine bir şüphe dalgası kapladı. Bir kez daha üzerime giysilerimi giyip acil yardıma gitmeyi düşündüm. Birkaç yudum su içtim yine; ardından derin derin nefes alıp verdim. Uzun zamandır uyguladığım nefes tekniğini kullanarak; önce ağzımdan, sonra burnumdan aldığım nefesleri, bir süre içimde tutarak, yavaş yavaş dışarıya bıraktım. Biraz sakinleşince, başka bir nedeni olabilir mi bu öksürük krizinin diye düşünmeye başladım. Birkaç saat evvel, yatmadan kısa bir süre önce yediğim kaşar peynirli tost ve içtiğim bir bardak süt birer suçlu gibi gelip dikildiler karşıma. Arkalarına saklanmaya çalışan bir paket fındıklı Hanımeli bisküvi de vardı üstelik. Belki de öksürük nöbetinin sorumluları onlardı. Şimdi oldukça rahatlamıştım. Buna rağmen yatıp uyumayı göze alamadım. Kitabımı elime aldım, başımın altına iki büyük yastık koyarak yatağıma uzandım ve gözlerim kapanana kadar okumaya karar verdim. Henüz birkaç sayfa okumuştum ki, gözlerim isyan bayrağını açınca, elimdeki kitabı bırakıp ışığı kapattım ve uykuya daldım. Sabah uyandığımda saat 06:37'yi gösteriyordu. Sağa sola dönüp uyumaya çalıştımsa da olmuyordu. Neyse ki akşamki öksürükten eser yoktu. Geldiği gibi aniden ve sessizce çekip gitmişti. Banyoda yüzümü yıkadıktan sonra, aynada dikkatle inceledim.
***
Gözümdeki kanlanma aynı şekilde duruyordu. Pazartesi günü aile hekimine çıkıp bir ilaç yazdırmaya karar verdim. Salona geldim, gece yaşadığım heyecan dolu anlar aklımdan çıkmıyordu. Verem hastaları gibi öksürmeye başladığımda, (kısa bir an için de olsa) nasıl da paniklediğimi, o dakikalarda benliğimi saran korkuyu düşündüm. Benim gibi sakin bir insanı bile korkutmayı başarıp, (gecenin olmayacak bir saatinde) panik içinde, koştura koştura hastaneye gitmeyi düşündürebilen bu lanet hastalığın korkunçluğunu kavramaya çalıştım. Sonra, onun pençesine yakalanan insanların neler yaşayabileceklerini, nasıl da umutsuzluğa kapılabileceklerini; ailelerini, çocuklarını, anne ve babalarını… Hepsinin, ama hepsinin çaresiz bekleyişlerini canlandırdım gözümün önünde. Her şeyin ama her şeyin nasıl da bir anda önemsizleştiğini, gelecek planlarının hiçbir anlamının kalmadığını; yaşlısı ve genciyle, ölüm korkusuna teslim olmuş milyonlarca insan için üzüldüm. Covit 19 nedeniyle hayatlarını kaybetmiş olanların geride bıraktıklarını hayal ettiğimde canım acıdı; yüreğimin yanmasına engel olamadım. Dünyanın, bu lanetten bir an önce kurtulmasını diledim tüm kalbimle.
Oysa ne çok severdim 19 sayısını senden önce. Doğum günüm 19 Haziran olduğu için de severdim elbet ama Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 yılında Samsun'a çıktığı için daha çok severdim… Cumhuriyeti kurduktan sonra, 19 Mayıs'ı Gençlik ve Spor Bayramı ilan ettiği için daha da çok severdim (hem genç, hem de sporcuydum çünkü). Bu satırları doğum günümden bir gün sonra yazmam da ne kadar ilginç bir tesadüf aslında. Bir gün önce elli sekiz yaşına girerken çok mutlu anlar yaşamış, önce yazlıktan görüntülü telefonla arayan Doğukan oğlum ve karım Oya ile görüşmüş, sonra Batıkan oğlum ve Burcu kızımın öğlende getirdikleri pastayı işyerinde neşe içinde kesmiş; akşam olunca da, kız kardeşim Işık ve sevgili annemin ikinci pasta sürpriziyle, doğum günümü balkonda bir kez daha kutlamıştık. Balkonda annemle birlikte üflediğimiz mumların sönerken titreşmesi gibi, kalbimin o gün büyük bir mutlulukla ve sevgiyle nasıl titrediğini unutmam mümkün değil. Aynı şekilde, gece bana yaşattığı korku ve heyecanla birlikte, Covit 19 belasını da unutmak pek mümkün olmayacak.
Covit 19… Biliyorum, sen de diğer belalar ve musibetler gibi elbet bir gün yok olup gideceksin. Ama şunu iyi bil ki; ben, sırf senin lanetin yüzünden, ne 19 sayısını ne de hayatı sevmekten asla vazgeçmeyeceğim.
SON