“Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller ister”

“Cumhuriyet sizden “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller ister”

28.11.2017 09:53:38

Eğitimcilerimiz, meslek hayatlarında yaşadıkları en özel ve unutulmaz anılarını Hürhaber okuyucuları için paylaşmaya devam ediyor.

24 Kasım Öğretmenler Günü'nde eğitimcilerimize mesleki hayatları boyunca yaşayıp unutamadıkları anılarını sorduk. Hürhaber Gazetesi okuyucuları için yapılan paylaşımlarının ikinci bölümünde de sevgili eğitimcilerimizin yaşadıkları hüzünlü, mutlu, umutlu anılara ve değerli emeklerine şahitlik edeceksiniz.

LİONS LEO DERNEKLERİ ESEN İBAK ÖZEL EĞİTİM UYGULAMA VE İŞ EĞİTİM MERKEZİ ÖĞRETMENİ HASAN OKAN
“Yıl 1981, Hakkâri Çukurca Uzundere Köyü'ne atanan 20 yaşında, büyük hayalleri, umutları olan 2 aylık bir öğretmenim. Bu köy sınıra yakın olduğundan bugün terör olayları nedeniyle taşınmış bulunuyor. Köye gidip okulun sadece dört duvardan ibaret olduğunu görünce bütün umutlarım, hayallerin bittiği gerçeklerin yüzüne tokat gibi çarptığı günler başlıyor. Elektriğin olmadığı, radyonun hiçbir Türkçe istasyonu çekmediği, dış dünya ile ilgili bağlantının askere gidip gelenlerin anlattıkları ile sınırlı olan bir yer düşünün. Bunu anlatmamın sebebi böyle bir ortamda çocuklara deniz ve gemiyi anlatıyorum. Çocuklar tam Türkçe'yi bilmediğinden iki gün üst üste deniz ve deniz üzerindeki gemileri anlatıyorum ama çocuklar hiç bir şey anlamıyor ve bana uzaylı gibi bakıyor. Ertesi sabah erkenden dağın yamacındaki lojmanın kapısı çalıyor, açıyorum köyde Halis diye Türkçeyi biraz iyi konuşan abi ve yanında iki nine girdiler. Halis abi hayırdır diyorum, “Hoca efendi sen iki gündür çocuklara acayip acayip şeyler anlatıyormuşsun, çok büyük sular varmış üstünde suyun bir şeyler gidiyormuş, çocuklar evlerinde anlatınca bu nineler de “Hoca cinlere karışmış, bi okuyalım, boynuna bir muska asalım, eve okunmuş su dökecekler” deyince ağlanacak halimize gülmüştüm. Teyzeler de görevlerini yapıp gitmişlerdi.”

GAZİ İLKOKULU ÖĞRETMENİ CİHAN ACUN
“Gümüşyaka'da çalışırken otizmli bir öğrencim vardı. Onu da Küçük İzci Üniteme dâhil edip izci yaptım. O şimdi, Disk Atma Otizmliler Türkiye Şampiyonu Hasan Hüseyin Akkar. Kendisiyle gurur duyuyorum.”

TOKİ CUMHURİYET ANADOLU LİSESİ ÖĞRETMENİ YELİZ AKIN ALABAY
“Kutsal meslek diye tabir edilen öğretmenlik mesleğini bu kadar değerli yapan bilgi ve tecrübenizi öğrencinize aktarmak olabilir, ya da aradan geçen zaman içinde bir üniversitenin koridorlarında yürürken karşılaştığınız öğrencinin size anlattıkları olabilir.
İşte insana mesleğini sevdiren tam da bu olmalı yani verilen emeğin boşa gitmediğini görmek.
Bir gün üniversiteleri tanıtmak için öğrencilerimizi Boğaziçi Üniversitesine götürmüştük. Gezi sırasında üniversitenin Ekonomi Bölümünde yüksek lisans yapan bir öğrencimle karşılaşmıştım ve bütün gezi boyunca o kadar yardımcı olmuştu ki benim için ve öğrencilerim için çok güzel bir gezi olmuştu.
Öğrencimin bana söyledikleri ve anlattıkları beni çok gururlandırmıştı. Lisedeki Matematik defterini hala sakladığını öğrenmiştim ve sınavlara çalışırken ders notlarımı kullandığını söylemişti. Öğrencimin gözlerinde verdiğim emeğin boşa gitmediğini anlatan ifadeyi görmüştüm.
Meslek hayatımda unutamadığım anlardan bir tanesiydi.”

ÇANTA 80. YIL CUMHURİYET İLK VE ORTAOKULU ÖĞRETMENİ TAYLAN ÖZGÜR KÖŞKER
Emanet Martı
“2004 yılıydı. Ağrı'nın Diyadin ilçesindeydim. Orada öğretmenlik yapıyordum.
Güneşli, güzel bir gündü. Kış, yeni bitmişti. Haftasonu tatili için köyden ilçeye dönüyordum. Tam ilçeye yaklaştığımız sırada dolmuştaki köylülerden biri elime bir martı tutuşturdu.
"Hocam, bu martıyı sana emanet ediyorum. Ona iyi bak. Yolunu şaşırmış, ta buralara değin gelmiş."
Sanırım bize yakın olan Van Gölü'nden gelmişti. Bir kanadı yaralıydı.
İlçede de evim vardı. Üç arkadaş otelde kalmaktansa ucuz bir kirayla ilçede ev tutmanın daha mantıklı olacağını düşünmüştük. Haftasonları kalacak rahat bir yer de bulamıyorduk. O haftasonu arkadaşlarım da yakın illere gitmişlerdi.
Hemen eve gidip yarasına merhem sürmüştüm.
Birkaç gün sonra iyileşti. O haftasonum hep martıyla geçmişti. O yalnız günlerimde bana çok iyi bir dost olmuştu. Sessiz, güzel bir martı...
Sonra... Sonra onu Van Gölü'nün kıyısına gidip bırakmıştım. O martıyı hiçbir zaman unutamadım...”

ŞERİFE BALDÖKTÜ MESLEKİ VE TEKNİK ANADOLU LİSESİ MÜDÜRÜ SAKİNE İZGİ
“28 Yıllık iş hayatımda bir eğitimci olarak “hayata dokunmak” kavramı benim önceliğim olmuştur. Bir okul yöneticisi ve bir anne olarak yaşanmışlıklarımdan birini paylaşmam gerekirse; yeni bir ilçede yeni bir okulda göreve başladım. Kısa bir süre geçmişti, öğrencileri yeni yeni tanımaya başlamıştım. Bir sabah kapı çaldı. Güler yüzlü biraz da mahcup bir kız öğrenci izin isteyip benle konuşmak zorunda olduğunu ifade etti. Peki dedim, oturmasını söyledim. Koltuğun ucuna oturdu tedirgin. Cümlesine söyle başladı: “Siz bizi dinliyorsunuz, beni de dinleyin, bir sorunum var. Meraklanmakla beraber aklımdan ya bir arkadaş ya bir dersle ilgili bir şeyler diye geçirirken, öğrencim şöyle devam etti: “Beni kurtarın öğretmenim” bir çırpıda hayatını bana anlattı, rahatlamış bir yüz ifadesiyle usulca da ortasına yaslandı. Yıllarca içinde taşıdığı acı ve korkularıyla baş edememiş Okul Müdürü sıfatına yüklediği güce inanarak benle paylaştı. “Annem ve babam beni çok küçükken ayrılmışlar. Geçen yıl gizlice annemle tanıştım. Annemle yaşamak istiyorum. Babam bağımlı, beni çok seviyor biliyorum ama bana çok zarar veriyor derken bana kanıtlamak istercesine gördüğü zararın izlerini paylaşıyordu. 16 Yaşında bir kız çocuğunun baş edebileceği bedensel ruhsal izler bir yana, insan olarak yaratılanın baş edemeyeceği, kabul edilmez bir fotoğraftı bu. Dehşetle dinlediğim o dakikalar benim için unutulmaz bir zaman dilimiydi. Emniyet, sosyal hizmetler, aile mahkemesi derken çok kısa bir sürede her çocuğun hak ettiği yaşam ortamına kavuşması için öğrencim adına bir şeyleri başarabilmek ve onun yüzündeki ifade, bana verilen değeri bir hediyedir.
28 Yıllık iş hayatımda, ilk günden bugüne kadar inandığım ve başarı örneklerini yaşadığımda büyük haz aldım. Onca yıl içinde bir sürü yaşanmışlık biriktirdim. Hatırladığımda kimi üzer, kimi hüzünlendirir, çoğunlukla da gurur hissederim. Bir başka anım ise şu şekilde; Parçalanmış bir ailenin kız çocuğu, bir sürü hayalleri var, ama sınav sisteminde iki denemesi olmuş ve başaramamış. Yeni ailesinin bireyleri, kariyerli eğitimli. Kızımız kendisini yetersiz ve değersiz hissediyor. Duygularını, düşüncelerini çok samimi bir şekilde paylaştı. Dinledim; doğru pencereden bakamıyordu. Hayatının geri kalanında hayalleri içinde gölgede kalmayı kabullenmişti. İşte tam da ihtiyacı olan doğru bir çalışma planıydı. Sadece bana inanmasını istedim, hedef belirledik. Çalışma planımızı yapıp, plan doğrultusunda yol almaya başladık. Sanat eğitimi almak isteyen bu öğrencimiz üç ay gibi bir süre sonunda 1989 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı öğrencisi oldu. 14 Yıllık öğretmen meslektaşım oldu. İstanbul ilinin, Bahçelievler ilçesinde bir devlet okulunda görev yapmakta. Ne zaman ziyaretime gelse gözlerine, bugünkü gözleriyle bakıp “hayatıma dokunan kadın” der. İş hayatımda aldığım en değerli bir başka hediyedir.”

ŞERİFE BALDÖKTÜ MESLEKİ VE TEKNİK ANADOLU LİSESİ ÖĞRETMENİ GÖKÇER AŞIK
Anne Çocuk Sağlığı Dersi'nden alıntılar;
Öğretmen kalıtım konusunda baskın ve çekinik genleri anlatır, öğrenci sorar: “Hocam, şimdi benim saçlarım kıvırcık, ben saçlarımı sıfıra vurdursam dipten kıvırcık mı, yoksa düz mü çıkar?”
Öğretmen öğrencilere büyük küçük, yoksa ortanca kardeş mi olduklarını sorar? Öğrenci: Hocam bir ağabeyim var sadece, şimdi ben ortanca mı oluyorum, yoksa küçük mü? diye cevap verir.
Sınavlarda; Erken çocukluk yıllarını yazınız? diye soru sorulur cevap; “Ocak ve Şubat aylarını içerir.”
“Revir oyun odasından neden uzak olmalıdır?” sorusuna “Revir oyun odasından uzak olmalı patlayabilir” cevabı gelir.

SİLİVRİ MESLEKİ VE TEKNİK ANADOLU LİSESİ ÖĞRETMENİ ASUMAN ERARSLAN
“Asiye adlı öğrencimle tanışmam 99 yılının ekim ayına rastlar. İlk görev yerim Tuzla Şifa Mahallesi'ndeki Yunus Emre İlköğretim Okulu'ydu. Okul büyük ve kalabalıktı. Branşıma atanamayıp sınıf öğretmeni olduğum için biraz buruktum. Buruk da olsa ilk görev, ilk heyecan… Bana bir 2. Sınıf verdiler. Sınıfa ilk girdiğimde gözlerime inanamadım. Tam 58 öğrenci! Bana bakan 58 çift minik göz… Şaşkınlığımı atıp tanıştık. Hepsi çok tatlı, çok sevimli çocuklardı. Zaten çocukları çok severdim. Bu meslek de insan olmak da insanı hele hele çocuğu sevmekten geçmez miydi zaten?
Hemen işe koyuldum. Önce bir seviye tespit yapmak lazımdı. Öğrencileri sırayla okutuyor okumalarının ne durumda olduğunu anlamaya çalışıyordum. İlk bir kaç öğrenci moralimi bozmuştu. Kimi hecede kimi sesteydi. Tam bir okuma yoktu. Sonra sıradaki öğrenciye “ Sen oku kızım” dedim. İlk birkaç cümleyi gayet güzel okudu. Sevindim. Sonra okuduğu metinde olmayan şeyler söylemeye başladı. Ama öyle inandırıcı söylüyordu ki metni bilmeseniz gerçekten okuyor zannederdiniz. Benim durumu fark ettiğimi anladığında yavaşladı, sonra tepkimi merak eden endişeli gözlerle bana baktı. Hafifçe gülümseyip adını sordum. “ Asiye “ dedi. Sınıfta Asiye gibi okumaya tam olarak geçememiş başka çocuklar da vardı. Kimi tatilde çalışmamış, unutmuş kimi de öğretmen değişiklikleri, devamsızlık gibi sorunlardan etkilenmişti. Okuyup yazan öğrencilere derslerde farklı çalışmalar verip okuyamayan öğrencilerle ayrıca çalışmaya başladım. Bazılarıyla çabuk yol aldık. Hızla toparladılar. Ama Asiye eve verdiğim çalışmaları çoğunlukla yapmadan geliyordu. Annesiyle görüşmek istedim. Zaten veli toplantısına da gelmemişti. Telefonu yok dediler. Okul çıkışı Asiye'ye “ bugün ben de seninle geliyorum Asiye. “ dediğimde hem şaşırdı hem çok sevindi. Bütün yol boyunca elimi hiç bırakmadı. Önüne bakması gereken zamanlar dışında da gözleri hep bendeydi. Hep bir şeyler anlattı. Hep gülerek anlattı. Ben yol boyunca neşeyle şakıyan bir serçe kuşuyla yürüdüm sanki. Bir çocuğun hayatında öğretmenin ne kadar önemli olduğunu anlatan çok şey okumuştum. Ama bunun ne anlama geldiğini, Asiye'nin sıkı sıkı tuttuğu elimden bana akan, bu sıcaklık, bu mutluluk öğretmişti. Yürürken fark ettim ki evler azalmış, yolun çehresi değişmişti. Asiye, az kaldı diyordu ama epey yürümüştük. Sonunda konteynırdan bozma, derme çatma bir kulübenin önünde durduk. Evimiz burası öğretmenim, dedi. İçerden zayıf, hasta olduğu her halinden belli olan gencecik bir kadın çıktı. Başındaki tülbenti düzeltip içeri buyur etti. Bütün ev tek bir odadan ibaretti. Köşede mutfak niyetine bir lavabo, bir divan, yatak, yorganın yığılı olduğu bir yüklük, sağdan soldan alındığı belli olan dolapla vitrin arası bir ahşap eşya. Bütün ev bu kadardı. Tuvalet dışarıdaydı. Hem banyo hem tuvaletmiş. Annesi dili döndüğünce anlattı. Kocası bir iş tutturamamış. Günlük işlerde çalışıyormuş. Zaten kendisi geçen yıldan beri hastaymış. Bir umut göçüp geldikleri İstanbul' da hem hastalık hem yoklukla uğraşıyorlarmış. Asiye, annesi hasta olduğu için neredeyse evde her işi yapar olmuş. Evi çekip çeviren anneden daha çok Asiye'ymiş… Kadın konuştukça ben, oraya söylemek için geldiğim tüm sözleri bir bir sildim içimden. Ben o gün eğitimin zekâdan, verilen ödevlerden, ritmik saymalardan değil çocukların yaşamlarına dokunmaktan geçtiğini öğrendim. Asiye okuyamıyordu, yazamıyordu ama hayatta alabileceği en ağır sorumlulukları alıyordu. Bir süre daha oturduk. Sohbet ettik. Sonra ben müsaade isteyip ayrıldım. Asiye beni yine elimi sıkı sıkı tutarak yolun başına kadar uğurladı. Ben gözden kaybolana kadar da arkamdan el salladı. Ben dönüş yolunu tek başıma yürürken ağlamamak için kendimi zor tuttum. Asiye'nin fukaralığına üzülmüştüm ama en az bunun kadar üzüldüğüm bir şey daha vardı. Okula, saçı doğru dürüst toplanmamış, özensiz, hatta kirli gelen, doğru dürüst beslenme getirmeyen, ev ödevlerini yapmayan bu çocuğun bütün bunlardan tek başına sorumlu olduğunu nasıl düşünebilmiştim? Eve gidene kadar kendime söylendim durdum.
O günden sonra okulda Asiye gibi okuma sorunu olan çocuklarla daha bir başka ilgilendim. Daha az ödev verdim. Okulda daha çok çalıştık. Ama oyunu, şarkıyı, türküyü de ihmal etmedik. Hep gülümsedim onlara. Hep okşadım dağınık saçlarını. Hatta kendi ellerimle topladım. Bol bol iltifat ettim onlara. Küçük başarılarını büyütsünler diye hep ödüllendirdim. Kolay olmadı ama senenin sonu gelmeden hepsi okudu, yazdı. Keşke hayatlarındaki başka şeyleri de değiştirebilseydim… Yine de mutluyduk o yılın sonunda. Sarılıp ağlaşarak, gülerek yaz tatiline girdik.
Ertesi yıl okulun ilk günü bazı eksiklerimiz vardı sınıfta. Birkaç güne geldi hepsi. Ama Asiye'yi bir daha göremedim. Ailesi daha fazla tutunamamış buralarda. Arkadaşları memlekete taşındı dediler. Bir daha da haber almadım ondan. Belki Asiye ilk sınıfını, ilk öğretmenlerini unutmuştur. Ama ben Asiye'yi hiç unutmadım. Ben ona okumayı yazmayı öğretmiştim. O da bana öğretmenliğin ilk şartının öğrencilerini tanımak ve anlamak olduğunu… Unutmadığım bir şey daha var. Asiye'nin eve giden yolda elimi sımsıkı tutuşu…
Okul yolu, ev yolu, hayat yolu… Biz çocuklarımızın elini hep böyle sımsıkı tutalım. Bunun sıcaklığı, mutluluğu ve huzuru hiçbir şeyde yok...”

YORUM YAP