Dalga

Uykusunu alamamış, yatabilse, başını yastığa koyabilse ne zaman kalkacağı belli olmayan çırağın uzattığı simitleri alıyorum, sıcacık.

Sivrisinekler yemiş kollarını, kaşırken kanatmış.

Ömrü olursa, ileride “o zamanlar fırında çıraktım” diye anlatacak bugünleri.

Uykusuz kalmana değecek bir hayatın olsun diye geçiriyorum içimden, ucuz mavi takım elbiseli, saçları limonla geriye doğru yapıştırılmış, kuru bir adam geliyor gözümün önüne, kaşları kalın. Belki geçmişten, belki gelecekten, şimdiye yansıyan bir görüntü.

Açıldığı gibi gıcırtıyla çekiyorum ahşap kapıyı, küçük olduğunu tahmin ettiğim zilin sesini de duyuyorum çıkarken.

Gökyüzü bakır cezve renginde, karanlık, kasabanın sokakları nemli. Deniz ve karabataklar dahil herkes ve her şey uyuyor.

Belki de hiç kapanmayan çay bahçesinden karton bardakta alıyorum çayı.

Fenere kadar ayaklarımı sürüye sürüye yürüyorum.

Cebimde evden getirdiğim üçgen peynirlerden var.

Kimi ısıra ısıra yer simidi, kimi küçük parçalara ayırır, ben neden bilmem ikiye bölenlerdenim. Dökülen susamları parmağını tükürükleyip, yapıştırıp yiyenler de var, onlardan değilim. O başka bir ruh hali herhalde, titizlik midir, çocukluktan kalan bir alışkanlık mıdır, nedir?

Size de olur mu bilmem, kendimi oyalamak için en son ne zamandı ve ilk ne zamandı meselesine takılırım.

En son ne zaman bu saatte kalktım?

İlk ne zaman fenerin önündeki taşlara oturdum?

En son ne zaman güneşin doğuşunu seyrettim?

Basit sorular en zor sorular herhalde. Aklın çıkmazlarına dalmaya gör.

Kuralı da nereden dalarsan oradan çıkarsın gibi bir şey.

Eskiden işkine yapardı karşı fenerin ucu, iskorpit de olurdu hatta daha çok iskorpit olurdu.

İki numara siyah iğne, çift teke, kurşunsuz misine.

İlle taktırırdım!

Tepe lambasının yalancı aydınlığında güzel insanlarla keyifli vakitler geçirdim.

İskorpit çorbaları içtik sabahları, uzaklarda, başkalarından duyduğumuz fakat görmediğimiz yerlere balık avı planları yaptık.

Onlar gitti.

Ben kaldım!

Giden unutur da kalan biriktirir. Sadece önemli şeyler olsa neyse, ıvır zıvır ve hatta çerçöp, biriktirdiğini de bilmez.

Görüş varsa bulmak da kolaydır, vurmak da.

Bulanık suda ne bulduğunu bilirsin ne vurduğunu, görmen için daldığın yerden çıkman lazım.

Gördüğüne bağlı olmakla beraber ummak görmekten güzel sanki?

Gördüğünü sihirli bir dokunuşla umduğuna dönüştürebiliyorsan laf aramızda büyük adamsın.

Herkes beceremiyor.

Denizin üzerinde titreşen kayıkların isimlerine baka baka fenerden geri dönüyorum.

Yeni bir gün başlıyor, insanlar uyanıyor yeni yeni.

Biri dokunuyor omzuma, irkiliyorum.

“Ali ağabey?”

Ucuz mavi takım elbiseli, saçları limonla geriye doğru yapıştırılmış, kuru, kalın kaşlı bir adam!

İsmail?

Simit, sadece susam ve hamur değildir, sıfır da değildir, sonsuzluk da.

İsmail gibi adamların çocukluğudur, gençliğidir, un çuvallarının üzerinde uyandığı sabahlardır…

İnsanı, bileni, anlayanı az koylarda çakıl taşlarının üzerine oturup dalgaların sahile vuruşunu izliyorum.

Biraz kaçış, çokça buluşma…

Şimdi sahile vuran dalga bir öncekiyle aynı mı acaba?

YORUM YAP