Geçmiş yıllarda da aynı odanın aynı balkonunda oturduğum olmuştu. Yenilemişler oteli, güzel de olmuş. Yeni sezonu bekliyor onlar da, beklemekse hep beklemek işte. Hasır şemsiyeleri plaja yan yana dizmemişler henüz, havluyu serip uzandığınız şezlonglar da yok. Biraz uzakta ters çevrilmiş fiber kayıklar var. Seyrek de olsa sahilde yalınayak yürüyüş yapanlar geçiyor, kimi dalgın, kimi kendine göre bir tempo tutturmuş. İnsanların iç dünyaları belki attıkları adımlara da yansıyordur?
Yozgatlı arkadaşla tanışmıyoruz henüz. Yarın sabah ayrılırken yanıma gelecek, gülümseyerek bir bardak çay ikram edecek.
“Yolunuz açık olsun ağabey.”
Kemerde bir otelde çalışıyormuş daha önce, işler tatsız olunca, Yozgat'tan buralara, ekmek parasına…
Tespih pazarlığı yaptığım yaşlı, beyaz sakallı amca var aklımda.
Açık kahverengi takım elbise, yelek…
“Damla kehribar bu, sana dokuz bin liraya olur kardeşim. Sadece imamesi, püskülü bin lira eder.”
Mor ışıkta bakıyoruz, gerçek damla. Daha önce tanelerden birini ateşe tutmuşlar.
İmameyi almasam?
“Sekize bırakırım o zaman, zaten kredi kartı falan yok bizim dükkanda…”
Kim bilir kimin tespihiydi diye geçiriyorum içimden. Yıllarca çekmişi vefat ettikten sonra ederini merak etmiştir evdekiler, gelip göstermiştirler… Baba yadigarı, dede yadigarı vefasızın eline düşmeye görsün. Baksana sen cümleye!
Ya ihtiyaçtansa?
Ne yapsın insanlar?
Osmanlılar, ateş kehribarları, yıllarca elden ele işte…Duvara çivilere sırlanmış tespihler sahiplerinin elinde olsa, sığar mıydık bu küçücük odaya?
Ne hayatlar ne hikayeler be arkadaş, otur her biri için roman yaz.
“Alıcıysan yedi bin beş yüz liraya bırakırım.”
Deniz dalgalı, keyifsiz, akşam çöküyor. Balık ızgara yapıyorlar mutfakta arada gülüşenlerin sesleri geliyor. Çakırkeyif muhabbetlerin başlama saati, lokantaya insem?
Yıllar önce Tekirdağ'da berberin birinde duvara dizilmiş usturalar görmüştüm, yazmıştım da sanki? Her müşterinin ayrı usturası olurmuş o berberde…Küçük kağıtlara isimlerini de yazmışlardı.
İlle de böyle şeyler gelecek aklıma!
Ustura mezarlığı…
Rahmetli dedemin de küçük bir sandığı vardı. Tıraş takımları, fırça, yuvarlak çift taraflı ayna. Eskilerin her şeyi değerliydi şimdi değerli olan her şey eski!
Sigara tabakaları, fitilli çakmaklar, kristal sürahiler daha sonraları bereket getireceğine inanılan büyükten küçüğe sıralanmış renkli camdan filler, misafirliğe gittiğiniz zaman sizi karşılayan öpüşecekmiş gibi duran Arap çift. Adamın kırmızı fesi, kadının sarı halka küpesi var. Geyikli, tavus kuşlu duvar halıları.
“Bak bu şişe gibi duruyor ya değil, yukarıya doğru çekince içinden misafir sigarları çıkıyor…Vat 69”
“Güzel bir arkadaşa benziyorsun bir acı kahvemi içmeden bırakmam seni, yedi bin liraya anlaşırız”
Kahveler geliyor.
Lokantada derin konulara girilmiştir artık. En önemsiz meselelerin bile masaya yatırıldığı, terzi dikişi atıldığı vakitler.
“ Ağbi Frida Kahlo'yu biliyorsun değil mi?”
“Meksikalı ressam.”
“Tamam, onun niye bıyıkları var?”
Mevzunun oralara kadar geldiği oluyor işte.
“Belki kocası öyle seviyordur?”
“Olabilir!”
“Nereden aklına geldi ki şimdi bu?”
“Hiç ağabey, öylesine sordum.”
Öylesine başlar ya bütün hikayeler! O an için önemli olan adımı atmaktır.
Dalgalar siler ayak izlerini fakat o da biraz zaman alır.
Seçimlerin sonuçları oluyor, aklını başına toplayınca, elin ayağın tutmaya başlayınca, deneyimledim öğrendim diyorsun.
İncinmişsin yani!
“Rica etsem son bir şarkı daha çalar mısınız?”
Meyve müesseseden…
“En son altı bin beş yüz liraya olur.”
Damlaya damlaya… Kehribar.
Tesadüfi karşılaşmalarda hayatımıza beş dakikalığına giren, tavırlarıyla, sözleriyle iz bırakan, biraz düşününce iyi ki varsınız dediklerimiz.
Yolunuz açık olsun.