Martıların arsızlıklarını bilirim de, kendini diğer martılardan üstün tutan martı var mıdır, bilmem! Hani insanların burun kıvırması gibi gaga kıvıranı, yüksekten yüksekten bakanı, denizde gördüğü balığı tam yutacakken “amaaan kala kala bu balığa mı kaldım” diyeni…
Hepi topu iki martı var uçsuz, bucaksız gökyüzünde, maviliğin arasında seç seçebilirsen. Uzakta sarı çizmeli başka bir balıkçı var, o da bizim yaşadığımız kasabadan tee buralara gelmiş. Oltalar suda, portatif iskemlesine kurulmuş bacak bacak üzerine atmış, bir de cigara tellemiş, kasketini başının arkasına yatırmış dünya yansa yorganın var mı içinde diye sorsam, biliyorum “yok” diyecek, benim de yok diyeceğim.
Mademki buraya geldik, denize sığındık, dünya malı dünyada kalsın, say ki burası dünya değil, başka bir gezegen, sen ve benden gayrı bu gezegende başka insan yok. Senin sarı çizmelerin var, ben de o da yok… İki tane martı var, balıklar var, kumsal var…
Konuşuyoruz, sabah küçük bir çupra gelmişmiş de, denize bırakmışmış!
Geçen sene bu zamanlar ti buralardan ne balıklar yakalamışmış da, konu komşuya dağıtmışmış.
Balıkçının komşuya dağıtanını şıp diye gözünden bilirim, bu onlardan değil.
Çıkarsız günahını vermez, elini versen kolunu taksitle alırsın o kadar diyeyim.
Güneş var, rüzgâr da var, yüzüm kıpkırmızı olacak, henüz bilmiyorum.
Foça'dan aldığım iskemleye yanlıyorum ben de sonrası rehavet, bekleyiş, umut, hayal dünyası, “acaba ne demek istedi bu adam, bu kadın” diye yapılan sondajlar, suyun bulunamaması… Balık vuruyor, gökyüzünden sahile düşüyorum, bir telaş, üstteki yemi didiklemiş uyanık köfteee…
Leblebi dolu ceplerim, koca kafalı beyaz bir köpek yanaşıyor yanıma, iri de bir şey, önüne atacak bir şey olmayınca, bir avuç leblebiyi savuruyorum… Ağzının kenarı ile yemeye başlıyor.
Arkadaş köpeğin fındık fıstıkçısı olur mu?
Var işte, az veren candan, balık yakalasaydı onu da atardı önüme diye düşündü besbelli, kıvrılıyor boş balık kovasının yanına, uyuklamaya başlıyor, pireli besbelli arada kaşınıyor, horluyor da…
Oturuyorum öyle, dünyadan haberim yok, yengeçler, deniz minareleri yemleri yememiş mi?
Sarı çizmeli, ben oltaları toplamaya başlayınca bağırıyor uzaktan, sesi rüzgârda kayboluyor
“Var mı bir şeeey?”
“Yoook!”
“Geçen sene tam buradan ne balıklar aldım ne balıklar…”
Uğurlu gelsin diye sihirli balık kovasını deniz suyuyla dolduruyorum, balık gelecek, kovanın içine atacağım sonra balıklar ölmesin diye deniz suyunu sık sık değiştireceğim… Henüz balık yok fakat yerini yapmak lazım!
Bir tahta parçası bulup, çakı ile ucunu yontmaya başlıyorum, ucu sivrilince tahta parçasını kuma saplıyorum, bir tane daha, bir tane daha derken oluyor mu sana bir minik bostan!
Karpuz mu eksem, kavun mu acaba?
Üzüm de olur, zamanı gelince topla kavunu, karpuzu, üzümü, kasabanın pazarına götür sat, kütür kütür, suyu kollarından süzüle süzüle caanım karpuzları ucuzundan yesin vatandaş.
Denize girsem mi, girmesem mi?
İğneleri değiştirsem mi, değiştirmesem mi?
Oltaları toplayıp başka yere gitsem mi gitmesem mi?
Ah şu kararsızlıklar!
Gri bir araba yanaşıyor sahil, dört beş yaşlarında sarışın, mavi gözlü bir kız çocuğu iniyor arabadan, yanında annesi, babası, tatil diye gezmeye gelmişler, belki yazlığı havalandırmışlardır.
Koşa koşa yanıma geliyor küçük kız, çömeliyor, koca kafalı beyaz köpeği okşamaya başlıyor, köpek de uyanık haa, uyumuyor da, sevsinler diye tilki bayıltması yapıyor.
Sihirli kovanın boş olduğunu görünce yüzünü ekşitiyor küçük hanımefendi.
“Balık olmaz ki kıyıda, derinlerde olur” diyor
Gülüyorum, sesimi çıkarmadan toplanmaya başlıyorum.
Halikarnas Balıkçısı'nın sözleri düşüyor aklıma, “A evlat çok kere Allah çocukların ağzından konuşurmuş.”
“Aganta Burina Burinata!”
Kıyıları bırakıp derinlere gitmek lazım belki de, kim bilir?