
Ne zaman bir şeyler sarsılsa… Ekonomide, gündelik hayatta, toplumsal dengelerde bir belirsizlik baş gösterse, gözler kadınlara çevriliyor. Özellikle de doğumlarına. Hangi yöntemle doğurmalı, nerede doğurmalı, kaç çocuk doğurmalı… Kadının bedeni, sanki bir şeyleri yeniden düzene koymanın yoluymuş gibi konuşuluyor. Oysa o beden yorgun, çoğu zaman yalnız ve sessiz. Dışarıdan çok ses var, ama içeriden geleni duyan az.
Doğum sade bir olay gibi anlatılır; ama çoğu zaman karmaşık, yoğun ve ağırdır. Kimi sabaha karşı bir sancıyla başlar, kimi hastane ışıkları altında. Her seferinde bir kadın, bedeninin ve ruhunun sınırlarını yeniden keşfeder. Fakat bu kişisel ve derin deneyim çoğu zaman başkalarının düşünceleriyle kuşatılır: “Normal doğum daha kıymetli.” “Sezaryen kolaycılık.” “Acıya dayanmak anneliğin parçası.” “Evde doğurmak daha doğal.”
Kimse durup sormaz: Bu kadın nasıl hissediyor? Hazır mıydı? Korktu mu? Destek gördü mü?
Kadının doğumu, sadece tıbbi bir süreç değil; aynı zamanda onun hayatındaki en özel, en kırılgan anlardan biri. Bu yüzden bu sürecin nasıl olacağına dair söz hakkı da yalnızca ona ait olmalı. Dışarıdan dayatılan her fikir, o deneyimin özgünlüğünü gölgeler. Karar vermesi gereken kişi, doğuran kişinin kendisidir. Her bedenin, her hikâyenin ihtiyacı farklıdır.
Doğum yalnızca bir bebeğin gelişi değildir. Aynı zamanda kadının kendiyle karşılaşmasıdır. Cesaretiyle, korkusuyla, gücüyle. Bu yüzden bu deneyime yaklaşırken hassasiyet gerekir. Yargısız, saygılı, anlayışlı bir duruş.
Kadınlar doğururken çoğu zaman tek başına değil ama yalnız hisseder. O yalnızlığı azaltmanın yolu, onların sesine kulak vermekten geçer. Destek olmak, yön göstermekten çok dinlemeyi gerektirir. Çünkü doğum, bir düzenin değil, bir kadının hikâyesidir. Her hikâye gibi, özenle, dikkatle, saygıyla yaklaşılmayı hak eder.