Denize bakan cep gibi bir balkon, küçücük bir sehpa yanında iskemle. Canlıymış hissi veren fakat dokununca, aaa yapaymış bu çiçekler! Boğazdan geçen gemi ışıkları, sokak köpekleri, balık lokantası.
Benden önce acaba kim oturdu bu iskemlede?
Ne düşündü?
Denize de bakmıştır tıpkı ben gibi, ne görmüştür? Kimi görmüştür.
Döndür döndür Yan Tiersen dinliyorum. Esther, La plage, Summer 78.
78 yazında altı yaşındayım, Şen Mahalle'de tek katlı bahçeli bir evden, dört katlı bir kooperatif evinin ikinci katına taşınıyoruz. Ayak altında gezmeyeyim diye köye gönderiyorlar beni.
Yazın ortalarında taşınma bitmiştir gayrı deyip Çorlu'ya geliyoruz babaannemle. Birbirine benzeyen dört tane apartman var, altı numarada oturuyoruz. Ekmek almaya gönderiyorlar bakkala, bakkalın ismi Sami.
“Sami Amcana, git iki ekmek al gel.”
Başka mahallelerde nasıldı bilmem ama o zamanlar hep sahibinin ismi ile anılırdı bakkallar.
Bakkal Sami Amca, Bakkal Osman Amca, Bakkal Yusuf…
Ekmek koltuğumun altında altı numaranın zilini çalıyorum Mukaddes Teyze açıyor. Ben teyzenin isminin Mukaddes olduğunu bilmiyorum henüz.
E hani bizim evdi burası?
Hiçbir şey demeden ağlaya ağlaya üçer beşer merdivenlerden inmeye başlıyorum. Dört kooperatif evinin tam karşısında tek katlı evlerden birinin duvarına oturuyorum. Ayağımda Panter ayakkabılarım var, Esem olaydı iyiydi!
Ekmek almaya giden gelmeyince aramaya çıkıyorlar, duvarın üzerinde ağlarken buluyorlar beni.
Sofra bezi yayılıyor, elek, sini… Yemek yerken babaannemim kulağına eğiliyorum.
“Köye geri dönelim.”
“Neden be çocuğum?”
“Burada bütün evler birbirine benziyor!”
Öyle de oluyor, Önce Muratlı'ya sonra Korelinin mavi minibüsü ile köye…
Eylülde okula başlayacak, birbirine benzeyen evlere de apartman hayatına da alışacağım.
Alışacağım fakat sevmeyeceğim!
İçeride müşteri kalmayınca kapatıyorlar balık lokantasını, sokak köpekleri kuytulara kıvrılıp, boğazdan geçen gemi ışıkları seyrekleşince ve son sarhoş evine dönünce yatıyorum ben de.
Balkonun kapısını açık bırakıyor, yorganı gözlerime kadar çekip kıyıyı döven dalgaların sesini dinlerken dinlerken öyle…Azıcık rüzgâr olsaydı da tüller odanın içine içine uçuşsaydı.
Amaaan her istediğimiz olsaydı hayatın tadı mı olurdu?
Neyi düşlerdik o zaman?
İnsan değil miyiz, olmayacak ki isteyeceğiz.
İstediğimiz sürece yaşıyoruz!
Biri dürtmüş gibi uyanıyorum.
Oteldeyim, rüzgâr çıkmış, tüller odanın içine içine, düşlediğim gibi.
Uzaklarda bir horoz ötüyor, sabah ezanı okunuyor, saat 06:49.
Giyiniyorum hemen, yan odada biri horluyor, resepsiyondaki genç uyuyor.
Parmak uçlarımda çıkıyorum dışarıya, mızrak gibi bir sabah.
Balık lokantasının dışarıda bırakılmış iskemlelerinden birini alıp, tam dalgaların bittiği yere, bacak bacak üzerine atıp oturuyorum. İskemlenin bacakları kuma gömülüyor ama olacak o kadar.
Bir balıkçı teknesi geçiyor, teknenin kıçında ayakta duran adama el sallıyorum, o da bana el sallıyor.
Ağları atıp balıkçı kahvesine dönünce acaba nasıl anlatacak beni?
Zenginlik çok paranın olması değil de denizi, gün doğumunu, martıları sahiplenmektir belki?
Huzur da zenginliktir.
Ağız tadı da.
Avucunuza aldığınız deniz minaresi de.
Büyüsün diye denize geri bıraktığınız balık da.
Sabahın bu kör vaktinde gökyüzü bakır rengiyken te bu dışarıda bırakılmış iskemlede oturmak kaç para?
Martıların sesi, sokak köpeklerinin ayaklarının dibine kıvrılışı, boğazdan geçen gemilerin ışıkları, bir melodi ile kırk yıl öncesine dönmek, Osman Amcayı, Sami Amcayı anmak… Ya babaannemi!
Çocukluğuna geri dönmek, kaç para?
Nefes aldığımız kadar değil, keyif aldığımız kadar yaşıyoruz belki de!
Birbirine benzemeyen günler.
Uçuşan tüller.
Denize bakarken gördüğümüz yüzler olsun hayatımızda.
Alıştıklarımızı sevmeyelim, onu diyorum!