Çocukluğum, gençliğim ve orta yaşlılığımdan bugüne dek hiç kimseyi kıskanmadım. Pardon hayatboyu kıskandığım üç şey vardı; Başını yastığa koyar koymaz uyuyan insanlar, küçük valizle seyahate çıkanlar ve yaşlandıkları halde hâlâ birbirlerine saygılı ve sevgili çiftler oldu. Daha doğrusu buna kıskanma değil de "gıpta ettim” diyelim.
46 yaşından sonradan öğrenebildiğim YOGA ve REİKİ bilim ve tekniği sayesinde sadece karşımdakileri değil de kendimi de analiz etmeyi öğrendim ve kusurlu yanlarımı minimuma indirmeye özen gösterdim. Karşımdakilerin kusurunu ise evvela görmezlikten gelmeyi, sabretmeyi ve düzelme emaresi göstermezse onu veya onları hayatımdan çıkarmayı öğrendim.
Ne gariptir ki; beni en çok üzen kişiler, dış görüntülerine aldanarak yakınıma kadar soktuğum, kendileri hak etmediği halde yüceltmeye çalıştığım kişiler arasından çıkıyor ve insanları değerlendirme ölçülerimi de altüst ediyorlardı.
Ülkesini yurtdışı sergileriyle tanıtma çizgisine gelmiş ve hakkında çıkan onlarca yazı ile tanınmış bir sanatçı iken, sanatımı ve ünümü bir kenara itip, daha doğrusu büyük bir feragatle sosyal yaşantımı bile kısıtlayıp 20 kişiyle kurduğum "Sanatçılar ve Sanat Severler Derneği” üyelerimin giderek 500 küsura ulaşması sanatçı ve gazeteci kimliğime YÖNETİCİLİK vasfını da eklemiş ve bir taraftan etrafımı sarıveren değişik karakterde ve değerde insanların tüm yaşantımı kaplamasını önlemeye çalışırken, diğer taraftan küçük çapta bir sivil ordu gibi olan bu topluluk içinden bazıları ile de akraba gibi olup onların samimi ve sevgileriyle DÜNYAM AYDINLANIYORDU.
Dünyamı karartanları tek, tek sizlere takdim edecek değilim. Onlar kendilerini bilirler. Bu kitabı okumak lütfunda bulunurlarsa da belki topluluk içindeki davranış biçimlerini de tekrar gözden geçirmiş olurlar. Zaten giderek artan üye sayımız içinde çok küçük bir azınlığı teşkil edip bunların varlıkları veya yoklukları kimsenin dikkatini bile çekmiyor...
Dünyamı aydınlatanlara gelince, derneğin kuruluş aşamasında eski adıyla DİLSON, şimdiki adıyla halen her ay toplandığımız Taksim İNNPERA hotelinde sanatçı üyelerimizin eserlerinden oluşan bir sergiyi kurmaya çalıştığım esnada sergi
mahallindeki bir koltukta oturan otel müşterilerinden bir bey efendinin beni dikkatle izlediğini gördüm ve göz göze geldiğimizde küçük bir tebessümle o’nu selamladım. Sonra da, sergi telaşından yorgun düşen aklımı zorlayıp bu aşina yüzü nereden tanıdığımı düşünürken kendisini ziyarete gelen 2 CHP’li milletvekilinin ismini söylemeleri ile o dönemin Diyanet işleri Başkanı Lütfü Doğan olduğunu bende hatırlayıp koşarak yanına gittim ve otelin sanat danışmanı olarak hoş geldiniz efendim dedim.
Otel Dilson’da başlayan dostluğumuz karşılıklı güzel jestlerle çok çabuk gelişti, örneğin O’nun yazdığı Kuran’ı Kerimi bulamadığımı söylediğimde, gidip Cağaloğlu’ndaki kitapçılardan bulup getirdi ve imzalayarak bana verdi. Otelde kaldığı ikinci günde de temiz bir ortamda namaz kılmak istediğini işittiğimde otele çok yakın evimde ve hem de Kâbe ziyaretinden anneme hediye edilmiş seccade üzerinde namaz kılabileceğini söylediğimde bu davetimi kabul ederek yanında bir milletvekili dostuyla gelip "bu namazın sevabı senin olsun” demişti.
Gelmiş geçmiş en mükemmel ve en reformcu Diyanet İşleri Başkanlarından olan sayın Lütfü Doğan ve eşiyle dostluğumuzu daha da perçinlemek adına kendisine yaptığım bir teklifle Ankara’ya dönmeden Sanatçılar ve Sanat Severler Derneği’nin Onursal Üyesi olmasını kabul ettirmiş ve hatta 1983 yılının Ramazan ayına denk düşen aylık kültürel toplantısına Ankara’dan 2 günlüğüne misafirimiz olarak gelmesini ve aylık konuşmacımız olmasını sağlamıştım.
Gündemdeki konu; "ORGAN NAKLİ GÜNAH MI veya SEVAP MI” üzerinde yoğunlaşıyor ve sayın Lütfü Doğan’ın hepimizin aklının yatmasını sağlayıcı konuşması ve ikna gücüyle SEVAP üzerinde mutabık kalıyorduk. Nitekim aynı gün toplantıda bulunan bir heyet tarafından BAŞKENT ÜNİVERSİTESİ Antetli "Doku ve Organ Bağış Belgelerini” üyelerimize dağıttığında sayın Lütfü Doğan başta olmak üzere benimle birlikte pek çok üyemiz organlarını bağışlamışlardı.
İşte; Dünyamı aydınlatanların başında gelen Lütfü Doğan ve ailesiyle uzun yıllar dostluğumuzu bu sıcaklıkta muhafaza ettirmeye çalışırken o’nun 04.05.1983 tarihinde bana verdiği kartının arkasında yazılı "Allah, sanatı sevgi ve inançlı yaşatmanızdan ötürü, size Bağdat’lı Rabia Adevi’nin ecrini versin (o’nu ödüllendirdiği gibi ödüllendirsin!)” diye yazdığı temennisi de bugüne kadar yolumu ışıklandırmaya devam ediyor. Bu kartını her zaman çantamın bir köşesinde taşıyarak o’nun temennisine layık olmaya çalışıyorum.