Taş çatlasa on yaşlarında iki çocuk koşa koşa gelip kayığın içine atlıyorlar. Renkleri solmuş, dizlerinin altına kadar gelen şortları var, yanmışlar.
Bez bir çıkın açılıyor, zeytin, beyaz peynir, domates, rafadan yumurta, tokuşturuyorlar hemen. İkisi de patlatıyor kahkahayı, kim kazandıysa artık?
Onlar gelene kadar iğde ağacının altında oturuyor, içimden içimden kayık isimlerine göre hikayeler uyduruyordum.
Sıcak, karasinekler bir taraftan, denize girdim çıktım bir ara, koy kalabalık olunca ağaç gölgesine sığındım.
El oltalarını çıkarıyor çocuklar, kurşunsuz tek iğne atıyorlar, ikisi de usta.
Gülen yüzlerden eser yok şimdi, ciddiler. Bütün dikkatleri misinayı tartan işaret parmaklarında, en ufak bir dalgınlık yemi kaptırmak demek.
Yem dediğim, ıslatılıp top haline getirilmiş ekmek içi.
El kadar boklu sarpa çekiyor biri, dirseği ile arkadaşını dürtüp balığı gösteriyor. Deniz suyu doldurulmuş beyaz kovaları var. Bir sarpa daha, diğeri kefal alıyor.
Yanlarına gitsem mi, gitmesem mi? Ne konuşacağım çocuklarla?
Mordoğan'da fenerde hayatımda gördüğüm en büyük sarpayı yakalayan yaşlı amca geliyor gözümün önüne.
Dökük, dişsiz, kamburu çıkmış, yanında balık malzemelerini koyduğu pazar arabası var.
Balık, amca ve ben fotoğraf da çektirmiştik ama nerelerde bilmem.
Rüzgârlı bir gündü diye kalmış aklımda, aylardan da Mayıs'tı. Tekne ile balığa çıkmayı planlamıştık, kaldığımız üç gün boyunca bardaktan boşanırcasına yağmur yağınca, kaldığımız pansiyonun sundurmasından burnumuzu çıkaramamıştık.
Deniz feneri isminde bir balık lokantası, lokantanın da Aslan isminde işletmecisi vardı. Otururken boş bira şişelerini masadan almadığını fark etmiş sebebini sormuştum.
“Sarhoş olacaksın, hesaba itiraz edeceksin ben de sana şişeleri saydıracağım.”
Gülmüştük, sonra ben bu yaşadığımı eşe dosta anlatmış ve aradan zaman geçince eşten dosttan aynı hikâyeyi kendileri yaşamış gibi dinlemiştim!
Bu da garip bir duygu!
Başınıza gelmişse bilirsiniz. Bir şey de diyemiyor insan.
Yer, lokanta ve işletmeci ismi değişiyor tabi.
Bir gün Cunda'dayız. Salaş bir balık lokantasına gittik Alicim, görsen sen de seversin, bir baktım adam masadan boş bira şişelerini almıyor. İbrahim ağabey bizim, nedenini sordum…
Hikâye güzelse kahramanı biz olalım tabi ya. Kimin nerde yaşadığı çok önemli değil sanki. Laf ola beri gele.
Bir iç geçiriyorum öyle, sanki yeni fark etmiş gibi yaz yine bitiyor diye mırıldanıyorum, duysa duysa iğde ağacı duymuştur, çocuklar uzakta.
Yaz değil mi bu, bitecek elbet.
Pastırma yazına kadar geliyorum buralara, akşamüstleri gelen balıkçı teknelerini bekliyorum.
Olta attığımız da oluyor, yaktığımız ateşin etrafında uyukladığımız da. Kahramanı olduğumuz hikayeleri anlatmayacağız da ne yapacağız? Uyku ile uyanıklık arasında gördüğümüz düşler var bir de.
Deniz kızları, kocaman pullu balıklar, mavi yengeçler, sırtına binip dört nala koşturduğumuz ıstakozlar, sohbet ettiğimiz sinarit balıkları.
“Beyin hayalle gerçeği ayıramaz” diye okumuştum.
Düşününce sahi sanki!
Üzerimiz çıplak, ayağımızda dizlerimizin altına kadar inen rengi solmuş şortlar, limanda aldık soluğu. Bizim kayığa atladık. Hasan'ın annesi bir çıkın yapmış, üzerine düğüm atmış, koltuğunun altına sıkıştırmış. Nasıl açız. Domateslere giriştik, yumurtaları tokuşturduk, Hasan kazandı, geçen sefer de ben kazanmıştım. Bir gülmek bizde. El oltalarını attık suya, ilk balığı ben yakaladım, dirseğimle Hasan'ı dürttüm boklu sarpayı gösterdim. Kayıkhanenin yanındaki bankta, iğde ağacının altında bir adam oturuyor, düşünceli görünüyordu…