Eskiden kışlarımız çok uzun, pek zorlu, ama yine de bütün ailenin iç içe olduğu ve konu komşu sohbetleriyle dertlerin bölüşüldüğü huzurlu mu huzurlu dönemlerdi. Çok özlüyorum şimdi, çok. Çağımıza doğan çocukların hayal dahi edemeyeceği kadar büyük farklılıklar, yakınlıklar, mutluluklar taşırdı uzun kış geceleri hepimizin hayatına.
Küçük yeşil incirlerimiz ahşap sandıklarda kokusu cihanı almış ağır ağır sabırla kurutulurdu. Bir kısmı harlı ateş görmekten dışı kapkara olmuş koca tencerelerde kaynatılıp reçeller olurdu kavanozlar dolusu. Onlarda tel dolabın en çabuk azalan kış misafirleri olarak raflarına dizi dizi yerleşirdi özenle. Bir kaç kavanoz yememize ses edilmese de, düzeni bozup kışlık reçelleri sık sık parmakladığımız fark edilince, derhal ders yaparmış durumuna sokuverirdik halımızı. Başka türlüsü küçük çaplı bir kıyamete hazır olmak demekti.
Ah o kışların kıyameti bile güzeldi, kıyameti bile…
Kar aydınlığı çocuklarıydık biz. Burunlarımız devamlı havuç gibi kızarık, gözlerimiz kardan yansıyan ışıktan buğulu ve hep kısık, parmaklarımız buz gibi, karıncalanmış, uyuşuk, yüzlerimiz çizik içinde, ayazdan yaralarımız acır açılır ve kanar, ama yine de yüzlerimiz apaydınlıktı.
Hey gidi çocukluğumuz! Çuvallarca cevizler, bademler, soğanlar, sarımsaklar içinde büyüdük biz. Yüzlerce ot, saman, dirfil balyasının arası saklambaç alanlarımızdı. Üstüm başım saman ve ter içinde evin suç işlemeye en eğilimli kişisi sayılırdım. Balyalar patlayıp, depolarda soğanlar tarafımızca çiğnendiği zaman çürümesi hızlanacağı için, akşam yemeğine oturmak yerine hızlıca ders kitaplarına abanırdım. Başka türlü azardan kurtuluş yok çünkü. Söyledim ya, ders yaparken ya da ben o kılığa bürününce rahmetli babam bütün öfkesine rağmen ilişmezdi katiyen.
Naylon denen zımbırtı yeni çıkmıştı daha. Daha kirletmemişti odayı, sofrayı, sokağı, tarlayı! Kenarları çiçek motifli oyulmuş bakır sahanlarda ikram olunurdu patlamış mısır, kış kavunu, muşmula, kuru erik ve elma. Samanların içinde olgunlaştırılan koca koca armutlar alüminyum taslarda gelirdi sedirin üstüne bağdaş kurup kahvelerini höpürdetenlerin dizlerinin kıyıcığına. Tahin her zaman olmasa da, pekmez, bulamaç, tepsilerce pişirilmiş sıcak ekmek ganimetti sofralarda. Bak köy meydanına hamsi veya palamut geldi mi en büyük şölen sayılırdı haneler için. Kar görmüş yağ bağlamış ve her biri kilonun üzerinde büyümüş palamutlar kapış kapış tükenirdi. Ortaköy balığı çok sever. Yemeyeni bilmem var mıdır ama varsa da eminim çok azdır. Bunu bilen balıkçı taifesi, satışa ilk bizim oradan başlardı. Ve o günlerde boldu, ucuzdu, nefisti balıklar. Tepsilerle peçkanın karnında fırınlanır, bir kaç kadeh köy şarabıyla midelere uğurlanırdı, hey!
Evlerce kar düşerdi. Damları örtecek kadar. Sabah dış kapının önünden yollar açardık. Eğer yağış insan boyundan fazlaysa tüneller. Sahanlıktan ahırlara, oradan kümeslere kadar ter içinde geçitler oluşturur, bir masal diyarının gerçek yaşayanları gibi hissederdik kendimizi. Büyükler hayat gailesinin gereğince biz çocuklar ise masal ülkesinin büyüsünde yürürdük karın altındaki tünellerin içinden. Bulunur mu tekrar bu coşku, bulunur mu sanırsınız? Of!
Vaktince inekler, koyunlar, sağılır, köpük köpük ağızlarıyla buzağılar, oğlaklar, kuzular emzirilirdi. İri taneli mısır koçanlarını saatlerce sofra bezinin üzerine ufalardık. Sonra da buğday, arpa ile karıştırılıp tavuklara yem hazırlanırdı. Öyle lâğım faresi falan göremezdin ortalıkta. Bizim fareler mısır semizi, buğday, arpa, yulaf kibarıydı vallahi. Küçük olanları yemez, tohumluk diye ayırdığımız iri ve genç taneleri arar bulurlardı mağazada (depo).
Bir kaç yerinden kemirilip yerlere dökülen tohumları süpüren babamın ağzında kar altında söylenmiş, güneş yüzü görmemiş milyon tane küfür. En büyük düşmanı fareler. Deli gibi sövüyor onlara, deli gibi…
Hiç bilmem ki ahırda hayvanlar, kümeste tavuklar, sokakta sahanlıkta köpeklerimiz doymayınca sofraya oturalım. Çok kızardı rahmetli babam. Ancak çok açsak çaktırmadan ince bir dilim tereyağlı ekmeği çiğnemeden yutardık. Ben de hiç bozmadım bu aile geleneğimizi. Şimdilerde, nereden kopup bize geldiğini bilmediğim üç köpeğimiz var evimizde. Adlarını Gamsız, Gani ve Büdü koyduk. Onları doyurmadan hala sofraya oturmayız hiç birimiz...
Eskiden kışlar uzun, sohbetler koyu, çaylar demli, kahveler kavrulmuş nohuttan ve yanında badem şekerli olurdu.
Eskiden kışlar soba başında, gecelerimiz on numara cam şişeli gaz lâmbasının fitilinde yalımlanan ateşin aydınlığında geçerdi. Çıtır çıtır yanar, hafif is kokar ve kireçle boyanmış duvarlarda dalgalanırdı şavkı. Her akşamüzeri kadınların elinde bez, lâmbaların cam şişelerini üzerine nefeslerini üfleyerek ova ova itinayla silerlerdi. İsinden pasından arındırılan şişe yerine oturtularak duvara çakılı ensere asılıp ezanla birlikte yakılırdı. “Ocaklar sönmesin” temennisi bizim çocuk kalbimizde gaz lâmbasının isini solumak, hayalet gibi duvarlarda gezinen gölgelerini izlemekti vallahi…
Eskiden kışlar çetin mi çetin damlar, yollar, tarlalar, ağaçlar, dereler, buz tutardı. Kahvehaneler dolar, saatlerce hasat, ekim, sürüm, verim konuşulurdu Ortaköylülerce. Şimdi bunların hiç birisi yok! Benim yaşlarımda ve benden büyük olanlar eminim şu anda neler kaybettiğimizi belleklerinde fazlasıyla canlandırıp içleri yanarak okuyorlardır. Daha beterini görmeyelim! Hatta olacaksa bir an önce ölelim. Ölelim de görmeyelim! Kahrolmak o güzel günleri görenlerin canına, ciğerine yeter kahrolmak ki ölmekten beter…