Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli masanın üzerinde, Çanakkale'de Şakir'in Yeri'ndeyim. Önü deniz, olta atanlar, sohbet edenler, okey oynayanlar, sabah yürüyüşünü bitirmiş kahvaltı edenler var.
Zebercet'i anlamaya çalışıyorum.
Olup biten onca şey varken ille de Zebercet'i anlayacağım!
Bir yazar neden kahramanının ismini Zebercet koyar?
Yazarın sağlığında sorulmuştur mutlaka…
Eskiden kalabalıkta kitap okuyamazdım, ayıpmış gibi gelirdi, etraf bana bakıyormuş gibi gelirdi, kitap yalnız okunurdu şimdi fark etmiyor.
“Bir eylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse ya da bunlara kayıtsız kalabilirse insanın yapmayacağı şey yoktur” cümlesini okuduktan sonra televizyonda izlediğim görüntü geldi gözümün önüne… Bir markette kasa önü sırası, onlu yaşlarda bir çocuk var, cebindeki yüz lirayı düşürüyor arkasındaki yaşlı adam düşen parayı görüyor, eğiliyor bacağını kaşır gibi yapıp yüz lirayı cebine indiriyor, çocuk parayı düşürdüğünü fark edip ağlayarak marketin içinde aranmaya başlıyor, yaşlı hırsız hiçbir şey olmamış gibi alışverişini tamamlayıp marketten çıkıyor.
Televizyon kanalı yaşlı hırsızın yüzünü buzlayıp göstermiyor!
Neden?
Tavşankanı çayı ince bellide masaya bırakıyor garson, kendi aralarında şakalaşıyorlar, yüzleri gülüyor, şekerleri atıp karıştırıyorum. Güzel, güneşli bir gün, bahar, Tekirdağ'da merhabalaştık, leylek sürüleriyle, “ hoş geldiniz” dedim, duydular mı bilmem! Turnaların kuytusunda yolculuk eden çatal kuyruklu kırlangıçları, papatyaları, tarlaları kırmızıya boyayan, görenin ruh halini değiştiren gelincikleri bekliyorum, arkası yaz.
“Eline namussuzluk yapma fırsatı eline geçmeyenlerin namuslu olduğundan söz edilemez!”
Ağlayan çocuğu göre göre, ne durumda olduğunu bile bile, belki de hayatındaki ilk namussuzluk fırsatını değerlendirdi yaşlı hırsız, ne hissetti, sonra pişman oldu mu?
Değişim bu mu?
Böyle mi evriliyoruz?
Çocuğum, öteberi almak için pazara gönderdiler, göçmen pazarına da gittim hemen, hayalimde Zenit fotoğraf makinesi var, pahalı, yanına yaklaşmak mümkün değil, alacakmış gibi inceliyorum, satıcı “alacak mısın, almayacak mısın” diyene, gözlerini patlatana kadar hayali en güzel fotoğrafları çekiyorum. Bir gürültü oldu arkamda, şalvarlı, beyaz başörtülü bir kadın dövünmeye başladı “paramı düşürdüm!”.
Kadını bir tabureye oturttular, sürahi ile su getiren oldu, kadın suyu içti, yüzünü yıkadı, kendinden geçer gibi olunca kolonya yetiştirdiler. Çıplak ayaklarında kadının ağırlığından ezilmiş yeşil naylon terlikler vardı.
Yüzünü başörtüsünü uçlarına sile sile bir yakınını kaybetmiş gibi ağlamaya devam ediyor kadın, “çok para düşürdü herhalde” diye geçirdim içimden.
“On lira düşürmüş” dedi bir adam.
On lira çok da büyük bir para değildi!
Paranın miktarının göreceli olduğunu bilmediğim, para pul işlerine kafa patlatmadığım günler, olmayınca elli kuruşun bile ne kadar büyük bir para olduğunu öğrenmeme yıllar var daha!
Zenit fotoğraf makinesi satıcısı işaret etti, yanına çağırdı beni, ellili yaşlarda saçları alabros kesilmiş, iri yarı pehlivan gibi bir adam. Cebinden yeşil bir on lira çıkardı, avucuma sıkıştırdı, “git kadına ver” dedi “buldum de”
Çocuk aklımla boş boş baktım, sonra anladım.
Parayı aldım sanki gerçekten bulmuşum gibi neşeli, sevinçli bir hal takındım “buldum teyze!”
Elleri titreyerek yeşil on lirayı aldı kadın, sarıldı, ter kokusu, kolonya kokusu. Aferin diyenler, başımı okşayanlar, sırtımı sıvazlayanlar…
Göz kırptı alabros tıraşlı pehlivan ben de kırptım.
Eskiden dutluktu buraları...
Allah iyilerle karşılaştırsın!