Hangi Avrupalı arkadaşı demişti vakt-i zamanında o lafı yahu? “Çirkin şehirleriniz yüzünden sizi AB'ye almayacağız.” diye...
Gerçi “sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu” sloganıyla kendi kendimize pazarladığımız cennet vatanımızda her yer çok güzeldir ama bir çok şehrimiz ne yazık ki daha az güzel.
Türkçe konuşursak, trafik berbat, insanlar çapaçul, yerler pis, tamam da, asıl binalar çirkin.
Depreme dayanıklı mı değil mi tartışması bir yana, binaların suratı çirkin. Bu, “İstanbul'un vitrini” sayılan en fiyakalı caddemiz Bağdat Caddesi'nde bile böyle. Altına “butik” açıyorlar, pek şık, kafanı kaldırınca gördüğün ucube mide bulandırıcı.
Durumun farkına varabilen mal sahipleri, şimdi binalarına “gömlek giydirme” yöntemini uyguluyorlar. Hani depreme karşı kuşaklama yöntemi gibi, binanın dış cephesi yeniden kaplanıyor, daha bir ağzı burnu düzgün olması sağlanıyor. Fakat herkeste para yok, daha da kötüsü, herkeste, binasının çirkin olduğunu görecek göz, anlayacak kafa yok. Çoğunun da umurunda değil, çünkü Osmanlı kültürü dış görünüşe değil iç rahatlığa önem verirdi...
Silivri'de de durum farklı değil. Haftasonunda Boğluca Deresi kenarında başlayan yıkıma göz attım. Tam sahilin ortasından, Esnaf Odası'nın önüne çıkan ara yoldan çıkıp, tarihi köprünün üzerinde durdum. Arka plandaki silüet yıkılınca yani arka kısım temizlenince, daha ön tarafta, sahile daha yakın olan binaların garabeti iyice ortaya çıktı. Üşenmezseniz buyrun gidin bakın, bir müddet daha oradalar o binalar. Kimisinin boyu kısa, kimisi enine geniş, kimisi daha çok katlı, kimisinin dışı sıvalı, kimisi koyu renk boyalı, kimisi açık renk, kimisinin ise boyasının hangi renk olduğu bile seçilmiyor, kimisi hepten sıvasızmış yeni gördüm, düz tuğla...
Devamı 07 Mart 2011 tarihli Hürhaber Gazetesi'nde