Beyaz badanalı, içten merdivenli, iki katlı bir ev. Deniz gören, korkulukları yeşile boyanmış, çocukluğumuzda bayramlarda hediye edilen mendiller kadar küçük bir balkon.
Dört odalı bir otel burası! Yatak odasında aynalı karyola var, yaylarının dizleri tutmadığı için gıcırdıyor. Uyumaya niyetlenmediğim için bilmiyorum henüz.
Duvarda siyah beyaz bir fotoğraf var. Yıllar önce otelin önünde çekilmiş. İki kayığın ve balık ağlarının arasında yirmili yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir genç. Pantolonun paçaları dizlerine kadar sıvanmış, ayakları ve üstü çıplak. Yorgun sanki, zoraki poz vermiş besbelli. Yüzünde ne olacağını bilen insanlarda görülebilecek garip bir hüzün.
Israrcı bir kadının elinden çıkmış bu fotoğraf diye geçiriyorum içimden.
Fotoğrafı duvardan indirip arkasını çeviriyorum, sararmış kartona el yazısı ile Eylül 1972 yazılmış.
Gülüyorum, fotoğraf çekildiğinde sekiz aylığım daha.
Mühendis emeklisi karı koca işletiyor oteli. Laf aramızda misafir kabulünde çok seçici davranıyorlar ve yaşadığımız döneme lüks kaçacak kadar kibarlar.
Hani kaldı mı öyle insanlar deriz ya, kalmış işte.
Üzerimi değiştirmeden önce banyoya giriyorum. Musluğu çevirince bir titriyor borular sonra dünya dışı boğuk bir ses, tıslama, su kuyu suyu kadar soğuk! Nefesim kesilmeden kaçıyorum duştan, bir taraftan elimle suyun sıcaklığını kontrol ediyorum, ılınıyor, çok sıcak oluyor, nihayetinde normale dönüyor her şey.
Kurulanırken banyonun buğulanmış aynasına bir kalp çiziyor içinden de bir ok geçiriyorum. Hani şu ağaçların gövdelerine, çay bahçelerindeki banklara uçarı ve şımarık aşıkların çakı ile kazıdığı gibi.
Deniz kenarı bir balık lokantasına da gidebilirdim ki balkonu görene kadar niyetim öyleydi.
Ferforje masa ve sandalye ile arkadaşlık etmeyi seçiyorum. Hem belki balkonun da anlatmayı istediği bir hikayesi vardır.
Sokağa çıkıyor, önce balık lokantasına sonra bakkala uğruyor nevaleyi düzüyorum. Kırmamak ve yarın getirmek şartıyla iki de ödünç bardak.
Dönüşte kadın resepsiyonda, adam masalardan birinde bulmaca çözüyor. Elimdeki torbaları gördükleri zaman gözlüklerinin üzerinden bakıyorlar. Dut ağacının üzerinde bahçenin sahibine yakalanmış gibi hissediyorum.
Karşısındaki gibi olmaya çalışır ya insan. Bir kibarlık bende.
“Sizin için bir sakıncası yoksa, balkonda vakit geçireceğim bu akşam?”
Kadın cevap veriyor;
“Kimseyi rahatsız etmedikten sonra!”
Başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde senin özgürlüğün biter diyor içimdeki ses.
Odanın sarı ışığını yakıp aldıklarımı masanın üzerine yerleştirirken, kapı vuruyor.
Ağabey gelmiş, otuz beş numarayı görmüşler.
Elinde buz kovası var.
Üç kere teşekkür ediyorum, vakit olsa belki daha çok edeceğim.
Vakit olsa ağabey de bana kim bilir kaç kez “ne demek efendim” diyecek.
Tüm detayları gördükleri ve yanlışı tespit ettikleri anda karşılarındaki ne düşünür diye ölçüp, biçmeden yorum yaptıkları için azıcık çekinirim mühendislerden.
Lügatimde “mühendis kafası” diye bir kavram var!
Emekli mühendislerden daha çok çekinirim.
Mühendis kafasına sahip olmak için mühendis olmak gerekmiyor tabi de bu konuya girersem balkona oturamayacağım.
Sezonun neredeyse bitmesinden sebep, tek tük arabalar geçiyor sahil yolundan, her birinden farklı farklı müzik sesleri geliyor.
Gözlerimiz denizde, beyaz peynir, kavun, lakerda ve ben karanlıkta oturuyoruz.
Sahi şiir okumaya başladım. Zamanı gelmiş demek, okuyunca yazası geliyor insanın. Yazarsam diye korkuyorum! Şairlik başka bir delilik hali. Hem tanıdığım hiç zengin şair yok!
Şair olmak için belki de ölmek lazım.
Ölmek için şair olur mu insan?
Sokağı anlatayım istiyorum fakat sokak da sokak gibi işte. Olması gerektiğinden daha dar, piyon gibi bir sokak lambası, yanında çöp tenekesi, tenekenin yanında köpek, köpek yalnız.
Siyah beyaz fotoğraftaki adam önemli biri herhalde? Yoksa niye assınlar duvara? Keşke ağabeye sorsaydım hikayesini. Balıkçı mıydı acaba? Bu evde mi oturuyordu bir zamanlar?
Balkonda oturmuştur elbette. Denize de bakmıştır, uyuya da kalmıştır sıcak yaz gecelerinde, dürtüp uyandırmışlardır “haydi kalk yerine yat”. Yaylarının gıcırdadığını henüz bilmediğim aynalı karyola onun karyolası olmasın sakın?
Yenidir o zamanlar.
Karanlık boğaza bakarken okuduğum bir şiir aklıma gelsin istiyorum.
Şimdi gelmeyecek de ne zaman gelecek?
Ben şiir olsam bu mendil kadar balkona gelirim mesela!
Dize de yok, şiirde yok, kibarlıktan hep.
“Ne demek efendim.”
“Kimseyi rahatsız etmedikten sonra.”
Otuz beş numaranın dibinde bir parmak kalması ve buzların erimesi sebebiyle bir rahatsız edesim geliyor civarı!
Edesim nedeniyle azarlıyorum otuz beş numarayı.
“Yarın elli numara olursun, yetmiş numara olursun değişmeyeceksin! Şişede durduğun gibi duracaksın!”
Seveni de var sevmeyeni de kabulleniyor, sesini çıkarmıyor, ne yapsın?
Aynalı karyolanın yayları gıcırdıyormuş, iyi mi?
Tavana bakarken, uyumadan az önce bir şiir değil de bir cümle düşüyor aklıma.
“Çağrılmadan gelen gerek…”
Hamiş; Fotoğraftaki delikanlıyı otelin sahipleri de tanımıyor, evi satın aldıkları zaman asılıymış duvarda, kıyıp kaldırmamışlar. Eylül 1972