Ali Gülcü

Eylül’e veda...

Sİyah paltomu, botlarımı giyip çıktım evden. Nasıl soğuk! Kış gibi, yağmura aldırmadan, su birikintilerine basmadan, kenardan, saçak altlarından, ellerim ceplerimde yürümeye başlıyorum.
Eylülün son günü bugün, sahile inip iki tek atmak niyetindeyim. Soran olursa eylülle vedalaşıyorum diyeceğim.
Küçük meyhanelerin, çorbacıların, köftecilerin omuz omuza verdiği Arnavut kaldırımı sokaklardan deniz kenarına iniyorum.
Balık ekmeğe, uskumruya, palamuta kesmiş, yan yana rengârenk sandallar sıralanmış duman dumana ortalık.
Koku gözümü döndürüyor, yarım ekmeğin arasına kıyılmış soğanlarla sıkıştırılmış uskumruya girişiyorum.
Sarışın, yeşil derin gözlü, sakallı balıkçıya soruyorum sonra
-İthal mi uskumru?
-Yerli arkadaşım, bu sene bol mübarek.
-Turşu suyunu sen mi yapıyorsun?
-Benim ortanca kız yapar.
İstememi beklemeden elindeki kepçeyi, turşu kavanozunun içine daldırıyor, içine lahana ve salatalık dilimi attığı bardağı uzatıyor.
Bir yudum alıyorum, tuz ve acı genzimi yakıyor fakat çok güzel.
-Ortanca kızın eline sağlık, ne zamandır bu kadar güzel turşu suyu içmemiştim.
Gülüyor, keyiflendiğini gözlerinden anlıyorum.
-Rahmetli babaannem de çok güzel turşu kurardı, yemeye doyamazdık, büyük, toprak küpler vardı eskiden, lahanayı dörde böler atardı içine, kıvamını nasıl tutturuyorsa artık kütür kütür olurdu. Benim hanım çok güzel yemek yapar ama anlamaz turşu yapmaktan. Bir gün pazara gidiyorum benim ortanca kız gelirken lahana al baba dedi, turşu kuracağım. Tam kapıdan çıkmak üzereyim, döndüm hanımla göz göze geldik o da şaşırdı. On dört, on beş yaşında o zamanlar. Sen turşu yapmayı nereden biliyorsun diyecektim, demedim, irilerinden iki lahana aldım, kurdu bu… Bir turşu bir turşu arkadaş! Aynı babaannemin turşusu gibi… Annem, babaannesinin ruhu kaçmış bunun içine dedi.
-Kız halaya çeker derler ama seninki babaannesine benzemiş dedim.
Kaç kızı olduğunu sordum sonra, “ beş” dedi, bir de oğlu varmış, haytanın tekiymiş.
Akşamüzeri, gün kavuşmak üzere, yağmur yağmaya devam ediyor, sahil tenhalaşıyor, evlerde perdeler çekiliyor, sofralar kuruluyor, kasabanın sarı, titrek ışıkları yanmaya başlıyor…
Barba'nın meyhanesinde alıyorum soluğu.
Barba yetmişli yaşlarda ama hala kendi deyimiyle it gibi çalışır, kamburu çıkmıştır fakat o akça pakça, beyaz ütülü önlüğünü çıkarmaz.
-Hoş geldin vire, nasılsın yavrimu?! Geçen sefer gibi hırlaşacaksan hiç oturmayasın! İki tek atınca tabiatın değişir senin, saldırmaya başlarsın, öteye, beriye… Sana kaç defa dedim rakı sofrasında eski defterler açılmaz diye… Dinleyen kim vire, ben konuşurum bir kulağından girer öbüründen çıkar, olmaz kale!
Geçen defa eski bir arkadaşımla gelmiş, gecenin sonuna doğru incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten kapışmıştık. O zaman anlamamıştım bu kadar kızdığını şakaya vurdum.
-Ya Barba bu senin adına baktım sözlükten Latincesi sakal demekmiş!
-Elinin körü demek! Ben sana ne diyorum sen bana ne diyorsun kale, hadi öbürü cahil! Sen okumuş, yazmış adamsın. Meyhane adabı öğreteceğiz bu yaştan sonra sana!

Söylene söylene ahşap masadan kalktı Barba, utanmıştım açıkçası ama olan olmuştu. Ne gelirse eski defterlerden geliyordu insanın başına, geçmişi herkes işine geldiği gibi hatırlıyor, hayalle gerçek, olanla olması gereken birbirine karışıyordu. Gecenin sonuna doğru tekrar geldi Barba, öfkesi geçmişti
-Yalnızdın bu gece?
-Eylülle vedalaştım, şimdi de gidiyorum.
Kapıya yönelmişken gülerek seslendi.
-Yarın akşamda uğra ekim de çok güzel aydır, hoş geldin deriz…
“Siz şimdi inanmazsınız ama vaktiyle bu serabın, sahilleri var, ayları yıldızları vardı.
Ben böyle değildim, bu deniz böyle değildi.
Bambaşka bir âlemdi, kımıldardı, akardı.”
Mithat Cemal- Boğaziçi

YORUM YAP