Ali Gülcü

Fotoğrafın hikayesi  

Haziran ayının on beşiymiş fotoğrafı çektiğim zaman. O günü birilerine anlatsam mayısın ilk haftalarıydı diye cümleye başlayacağımdan şüphem yok. Uzun yağmurlardan sonra hava yeni yeni ısınmaya başlamıştı…

Balıkçılarla selamlaşmış o küçük koyun yanındaki patikadan tepeye çıkmıştım. Sırtımı irice bir kayaya yaslamış ayaklarımı öne doğru uzatmıştım. ‘Düşünüyordum' yazdım sildim sonra düşünmekten daha başka bir haldi sanki? Tatil nasıl geçti diye soranlara laf uzamasın diye kafa dinledik dersiniz ya, onun gibi de değil. Kendimi dinliyordum belki? Belki kendi içimde bir şey arıyordum. Kıyıda, köşede kalmış, üzeri tozlanmış, ne olduğunu bile bilmediğim eksik, kayıp bir şey! Beyaz bulutlar alçaktı, önce hafif bir rüzgar çıkacak ardından tıpır tıpır yağmur başlayacaktı.

Limandan pancar motorlu bir balıkçı teknesi çıkmıştı, gözden kaybolana, motorun sesi duyulmaz olana kadar tekneyi izlemiştim. El ele tepeyi tırmanan bir çiftle selamlaşmıştık, o sırada fark etmiştim gözümün önünde duran iki gelinciği. “Gelin değil ama cik işte…”  Daha önce başka bir gelinciği anlatırken böyle yazmıştım “gelin değil ama cik işte...”

Hüzünlü bir tarafı var gelinciklerin! Narin olmalarından mı? Ömürlerinin kısa olmasından mı? Baharın geldiğini haber verirken, baharın da bir sonu olduğunu düşündürdüklerinden mi? Kokularını içimize çektiğimiz zaman çocuksu bir iyimserliğe kapılmamıza sebep oldukları ve bunun geçici bir durum olduğunu idrak ettiğimizden mi? Ağlamaklı bir şeyler işte!

Buğday tarlalarının içinde, yol kenarlarında, uçsuz bucaksız yemyeşil çayırlarda nefes almaları gerekirken kaderin garip cilvesiyle kel bir tepede kayaların arasında bitivermiş iki yalnız gelincik!

Kısa da olsa bir öyküsü olsun istedim bu iki gelinciğin.

Not defterim yanımdaydı, bir şeyler karaladığımı anımsıyorum.

Kısa sürmüş sonu iyi bitmeyen bir aşk hikayesi. Defter aşağıda kilerde karton bir kutunun içinde duruyor, ne yazdığıma alıp bakabilirim fakat her şey gibi duygular da değişiyor. Şimdi fotoğrafa bakınca iki aşık değil de yalnızlıklarını paylaşmak zorunda kalan, hayatlarının sonuna kadar yan yana duracak iki kadim dost görüyorum. İkisi de çoktan öldüler halbuki!

Aynı yerde tekrar doğarlar mı?

Görmek için önümüzdeki bahara kadar beklemem gerekecek.

Gelincikleri konuşturabilir, hayata dair bir şeyler anlattırabilirim! Öğreten gelincikle öğrenen gelinciğin masalı.

“Bir gün iki yalnız gelincik gözlerini deniz gören bir tepede açmışlar. Gökyüzü masmaviymiş o gün. Tepede ağaçlar, çiçekler ve kuşlar yokmuş ama gelincikler, ağaçları, çiçekleri ve kuşları bilmiyorlarmış ki. Bilmedikleri için de bütün dünyayı etrafları gibi kayalık zannediyorlarmış. “Dünyanın en güzel gelincikleri biziz” demiş uzun boylu olanı “haklısın” demiş diğeri, “bizden başka gelincik yok ki!” O zaman çok şanslı olduklarına karar vermişler…” Gece olmuş sonra ve hava soğuyuvermiiiş.

“Üşüyorum öğreten gelincik.”

“Ben de üşüyorum öğrenen gelincik.”

Sıkıldım!

Uzun süredir her fırsatta hayat dersi vermeye çalışan, her şeyi bilen, bilge geçinen gelinciklerden hazzetmiyorum! Gelincik olduklarının farkında bile değiller üstelik.

Kendini güneşin yerine koyanlar da var. O horoz gibi ben ötmezsem sabah olmaz diyenler de.

Pancar motorlu balıkçı teknesi limana dönene kadar beklemiştim tepede. El ele tutuşan çift çok önce geçmişlerdi yanımdan, selam vermemişlerdi bu defa.

Gün bitmiş, hava kararmıştı, yağmur başlayınca balıkçılar birer birer kaybolmuştu. Yaz yağmuru kısa sürmüş arkasında ıslak çakıl taşları bırakmış, küçük koy bana kalmıştı.

Köfteci geldi oturdu yanıma!

Sitemkar, küsmüş bir hali vardı. “Gelincikleri yazdın ama benim hikayeyi bağlayamadın” dedi. Kasabanın cenazelerinin kalktığı caminin önünde kırk yıldır üç tekerlekli arabasıyla köfte ekmek satan bir adamdı. Kasabanın yerlisiydi, ölenleri de tanıyordu, gömenleri de. Şairdi, çok okur, çok düşünür az konuşurdu… Bir defa aşık olmuş, iki defa nişanlanmış hiç evlenmemişti. Hayatı olduğu gibi kabullenmiş, sebeplerini de uzun uzun anlatmıştı.

Anladın mı diye sormuştu her defasında, “anlamazsam hikayeni yazamam ki” demiştim ben de.

İki haftadır her gece beraberdik!

Bitiremedim, yaşadıklarını köfte harcına benzeten köftecinin öyküsünü.

“Bağlayamadım” dedim utanarak, hem senin de şadırvanda söylediğin gibi; “bazı hikayelerin yarım kalması gerekiyordur belki de? Hani güllerin rengine takılmayacaktık? Hani başımıza ne gelirse gelsin sorgulamaktan vazgeçmiştik?”

Güldü.

“Kendine kızınca acısını benden çıkarttın, hikayem yarım kalmadı ki benim, sildin! Hiç yaşamadım sayende, kimsenin haberi yok ne benden ne şiirlerimden…”

Hayali karakterle tartışacak havamda değilim der gibi bakınca, o da ne halin varsa gör der gibi baktı.

O mu gerçekti, ben mi gerçektim?

Ayran ekşiyince ziyan olmasın diye plastik bardaklarla içtiğimiz, birine yardım ediyor olmanın kibirli bir hazzı var mı diye tartıştığımız geceler geldi aklıma.

Gelincikleri koparıp defterin arasında kurutmak geçti içimden, elim gitmedi…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YORUM YAP