Denize yakın atılmış, ahşap masalardan birinde oturuyor, kâh martılara bakıyor, kâh karabatakla dalıp çıkıyorum.
Kalabalık, uğultu…
Şımarmış, kolay elde etmiş insanlar, ego fışkırmaları…
Dudak bükmeler, burun kıvırmalar, hamlığın verdiği "oldum” edaları…
Yalnızlığın, sevilmemenin tetiklediği saldırganlık!
Kaybetme korkusu…
Çocuklara; azar. Büyüklere; paylama.
Saygısızlık! Çirkef! Dedikodu!
Buram buram mutsuzluk…
Kokuşmuşluk!
Eskiden kaliteli insanlar gelirdi buraya.
"Orası neresi?” diyeceksin, boş ver!
Bağıra, çağıra döver gibi konuşulmaz, uzaktan birilerine avaz avaz seslenilmezdi…
Park yerindeki arabalar eskiye nazaran daha pahalı oysa!
Yan masada oturan, uzun saçlı, top sakallı, beş dakikada üç defa seslendi garsona, kahveleri sordu…
Garson gülümsemeye çalışarak üçüncü kez aynı cevabı verdi; " hemen getiriyorum…”
Getirdi de…
Bu defa kahveyi beğenmedi adam; " sıcak su ile yapılmış” dedi yüzünü ekşiterek…
Top sakalın hanım arkadaşları gülüştü…
Utandı garson!
Kuyruksuz, tek gözü bulutlu bir kedi var sahilde…
Hırsız.
Civarın köpekleri bile sus oluyor o geçerken… Balıkçının mavi leğeninden istavriti kaptı, kıyıya çekilmiş kayıkların arasında aldı soluğu sonrası ziyafet…
Kuyruk nasıl koptu?
Göz nerede çıktı, kim bilir?
Yaptıklarının bedelini ödemiş, feleğin çemberinden geçmiş bir havası olduğu için sık sık takılırım bu kediye…
Felsefesi vardır elbet;
" Çalıyorum ama kuyruk yok!”
" Balık güzel fakat göz gitti…”
Sorsan; " bir kulağımın arkası kaldı” diyecek… Kedi işte!