Yaz ayları, gencim…
Daha gencim!
Silivri’de neredeyse her gece Amiral’e takıldığımız dönemler, Küpe FM’ de sabah dokuzdan, öğlen on ikiye kadar günde üç saat program yapıyorum… Cumartesi, pazar dört dönüm bostan yan gel Osman…
Yahu şimdi düşündüm de, ne keyifli günlermiş, sorumluluk; deniz seviyesinin altında!
Geceleri, çokça radyoda stüdyodaki kanepede veya radyonun Kale mahallesinde arkadaşlara kiraladığı evde kalıyorum…
O evin deniz manzarası hala hatırımdadır!
Salonunda şömine vardı…
Şöminenin modası mı geçti, parayı mı bulamadım, bir daha şömineli ev de nasip olmadı zaten…
Büyüyünce, bildiğin gazozcu olacağım nereden aklıma gelecek, bir taraftan da İstanbul’da yaygın yayın yapan kanallardan birine kapağı atıp, aklımca yırtmaya çalışıyorum…
Radyo, yemenicilerde bir apartmanın son katında… Hala öyle mi bilmem ama o dönemler, neredeyse tüm radyo istasyonları bir apartmanın son katında olurdu…
Merkez Lokantası, Pizza Pino, Red&White, Omas Pizza, Küpeşte, Amiral, Şuayip Çay Bahçesi, Memos, Balıkçılar Kahvesi, Mendirek, Jumbo Ayhan’ın elektronik dükkanı, favori mekânlarım.
Murat Mermer, Amiral’de çıkıyor, popüler diye mi? Kıskandığım için mi? Yoksa şimdi unuttuğum başka bir gençlik meselesi mi vardı?
Tam hatırlamıyorum da, adama gıcığım…
Bu gece ağzını, burnunu kıracağım, deyip oturuyorum Amiral’e, iki saat sonra kendimi, bağıra bağıra " Yalan’ı” söylerken buluyorum…
Gecenin sonunda beni pataklamaya adam lazım!
Ah be Mustafa, soyadını da yazayım da hangi Mustafa olduğu belli olsun.
Ah be Mustafa Budan az mı gaz verirdin bana…
İki bardak arpa suyundan sonra Memati kıvamındayım;
"Ali çıkışta bekleyelim, ben sataşacağım sen sonradan gelirsin...”
Allahtan, adamakıllı dayak yemeden atlattık o günleri!
Özgürlük daha mı çoktu, yoksa sahilde oturanlar daha mı az rahatsız olurlardı bilmem, geç kapanırdı mekânlar, çıkana kadar saat sabaha karşı üç olurdu…
Öyle bir gecenin neredeyse sabahı, yanımda Turhan Alyakut var…
Amiral’den çıktık, yıkılıyoruz…
Sahilde, in cin top oynuyor...
Kale mahallesinde eve yürüyeceğiz ama Boyacı bayırını nasıl çıkacağız?
Zeki Baba’nın büfesine gelmeden, deryaya karşı bir banka oturduk, yaka, bağır hak getire…
Neydense artık, sohbet ediyoruz…
Bayrak direklerinin dibinde bir kitapçı ilişti gözümüze…
Neredeyse kısa boylu, hafif toplu, şakakları yeni yeni kırlaşmaya başlamış, güleç bir adam, anlatmaya başlayınca, komik de…
Yedi veya sekiz, belki daha küçük, siyah kıvırcık saçlı küçük bir kız da, kıvrılıp, uyuyuvermiş, babasının derme çatma yaptığı sedire…
Üzeri boyuna göre bir battaniye ile örtülü…
O geçen kısa zaman içinde kanımız ısındı adama, sevdik, kitapları üçümüz toplayıp, zorla kale mahallesinde, şömineli eve götürdük adamı…
Sonra; Ahbap olduk.
Adam; İlhan Uygun’du!
Kimi bilir, çoğu bilmez nasıl tanıştığımızı…
Sonra gazoz, gazoz değil de, gözü çıkası; kariyer mariyer sevdasına, yaygın bir radyoda program yapacağımı unutup, İstanbul yerine tersine, olduğu gibi, Silivri’yi bırakıp gittim, başladığım yere geri döndüm…
Silivri vefalıdır, bekler.
Beni de bekledi, döndüm… Silivri’nin suyundan içip de geri gelmeyen var mı?
Döndüğüm de gazete çıkarmaya başlamıştı İlhan Uygun…
"Yazayım ben de” dedim kırmadı…
Dünyadan bir haber, imla yanlışları dolu, başı sonu belli olmayan yazıları tuttu, bastı gazeteye…
Hoş, sanki şimdi döktürüyorum.
O hiç bilmedi ama çıkış, kaçış oldu yazdıklarım…
Kızdım, ses edemedim, yazdım…
Güldüm, heyecanlandım yazdım…
" Boş ver, yaz sen…” demeseydi?
Geçen gece, Aydın Doğar’ın Facebook’a düştüğü nottan öğrendim, İlhan Uygun’un öldüğünü...
Balkonda oturuyordum.
Kalp krizi geçirmiş…
Konduramıyor insan, inanamıyor, Kamil de doğrulayınca!
Sevmeyeni de vardır, enteresan adamdı İlhan Uygun.
Langır lungur, kitabın ortasından konuşur, isterse dünyanın en şirin adamı olur, isterse illallah ettirirdi.
Ben severdim…
Küçük kızı ile sahilde kitap satan adam olarak kalacaksın aklımda…
Bak, koskoca adamı, gecenin kör yarısı ağlattın işte, köşe yazısı yazıyordum gazeteye, tesadüf; "hayat aldığı neyi vermiş ki” diye noktalamıştım...
Nur içinde yat be İlhan Uygun, ne diyeyim?
Güzel adamdın...