Önceleri İstanbul'a yaptığım ziyaretlerde tesadüf ediyordum, bugünlerde her sabah işe giderken karşılaşıyoruz.
Elinde biberonla, kucağında gezdirdiği yarı çıplak çocuğa süt verirken, para isteyen baba…
Ayakları çıplak dilenen sümüklü kız çocukları…
Saçları sıfıra vurulmuş erkek çocukları…
Yoksulluk, sefillik, gözlerine yerleşmiş umutsuzluk, yarın ne olacağını bilmemenin verdiği karamsarlık, arabanın camından uzattıkları kağıtlarda ; " Suriyelim, Türkçe konuşamıyorum, beş kardeşiz lütfen yardım edin" yazıyor…
Aracın camını aralayıp, avucuna topladığı bozuklukları verenler oluyor.
Görmezden gelenler…
"Sizi kim getirdiyse o yardım etsin" diyenler…
Akşam haberlerinde izlediğim o tel örgülerin arasından, mayın tarlalarından geçmeye çalışan, su isteyen insanlar geliyor gözümün önüne…
Daha geçen hafta Çanakkale'de şehitlikleri gezerken gördüğüm memleketi; Suriye, Halep olan şehitleri anımsıyorum.
Sonra ne işleri var arkadaş burada diyorum kendi kendime…Kızıyorum hallerine, iş bulsalar ya diyorum!
İçimden bir ses cevap veriyor; nasıl bulacaklar? Onların başına gelen senin, sizlerin başına gelseydi? Tel örgülerin üzerinden kızını atmaya çalışan adam sen olsaydın?
Başka bir sabah yardım ediyorum gücümün yettiği kadar… İçimdeki ses; "kendi ülkemde de yardıma muhtaç çok insan olduğunu anımsatıyor.
Onlar dururken diyor.
Görmezden geldiğim sabahlar da içim içimi yiyor…
Sırtımızı sıvazlayan, pohpohlayan fakat kılığını dahi kıpırdatmayan Avrupa ülkelerine kızıyorum…
Yalnız kaldığım zamanlarda bu işin sonunun nereye varacağına kafa patlatıyorum… İşin içinden çıkamayınca, düşünceler Arap saçına dönünce; şuncacık aklınla sana mı kaldı bu işler, ülkeyi yönetenlerin vardır bir bildiği, ölçüp biçmişlerdir mutlaka! diyor içime su serpmeye çalışıyorum…
Ne olacak, nasıl olacak yaşayıp göreceğiz velhasıl…
Gayri; Halep de burada arşın da burada!