Koltuklarının altında kitaplar, kızlı erkekli gürültülü guruplar giriyor içeriye...
Göremediğim bir yerde yanan meşe odununun kokusu rüzgâra karışıyor...
Hasretle içime çekiyor ‘ odun kokusunu özler hale geldik ya’ diye kendi kendime hayıflanıyorum...
Kaloriferli, doğalgazlı binalarda oturup, odun kokusuna vurulmak, sobalı evlere özenmek zırva aslında!
Tek katlı bir evde otursaydım ve ihtiyaç gidermek için yirmi metre yürüyüp, daracık, ahşap bir kulübenin içine çömelseydim o rahatsız mekandan kurtulmak için aceleyle ıkınıp sıkınsaydım ve buz gibi suyla temizlenseydim, dişlerim birbirine vura vura, çıplak ayaklarıma giydiğim terliklerle hoplaya zıplaya eve doğru koşsaydım...
Kendimi yatağa atıp nemli yorganı ısıtmaya çalışırken uyuya kalsaydım...
Eskisi gibi!
Sabahları erkenden kalkıp kurulukta odun kırmak, sobayı temizlemek, tutuşturmak gibi bir görevim olsaydı...
Ardından kümesin kapısını açsaydım ve inekleri sulamaya götürseydim...
Bayramlarda gittiğimiz şehirlerde gördüğüm sıcacık, doğalgazlı evlerde oturanlara özenecektim muhtemelen!
Çamur yüzü görmemiş ayakkabılarına, ütülü elbiselerine, edalarına, dünya yansa yorganları içlerinde yokmuş gibi yapışlarına imrenecek...
‘Hayat onlar için ne kadar kolay’ diye düşünecektim...
Öyle olmadı mı?
Sadece iş var diye mi geldik, büyük şehirlere?
Geliş amacımız; rahat etmek, onlar gibi olmak değil miydi?
Haberin devamı 17.11.2011 tarihli Hürhaber Gazetesi’nde…