Çoğu kişi öngörü ile önyargıyı birbirine karıştırır. Oysa birbirinden çok farklıdırlar. Önyargı başa bela bir düşünme biçimidir. Neden, nasıl, niçinleri dert etmez. Daha çok telkin yoluyla kabul edilmiş, ezberci, biatcı anlayışların dışa vurumu olarak ortaya çıkar. Hayatım boyunca hiç paylaşmadığım bir düşünce ve davranışın ya da tam tersi çok beğendiklerimin yerine koyarak kendimi sınıyorum çoğu zaman. Oradan bir sonuç çıkarmaya çalışıyorum. Buna akıl yürütme işi de diyebiliriz. Hani düşünen varlığız ya!
Çok kereler kalıplaşmış düşünce dünyasında olan insanlarla dostane sohbetlerde “ itikatımızı bozuyorsun, çok katı ve kuralcısın, nerede bulacağız o tarif ettiklerini” diyenler çok olmuştur. Çok bir şey önermiyoruz ki, asgari demokratik standartlar. Barış içinde, adil bir dünyada farklılıklarımıza saygı temelinde yan yana yaşayıp gitmek.
Mesela ülke gelirinin % 47,5'nin, nüfusun %1'ine yağmalatılması yetmezmiş gibi halk kitlelerinin bulanıklaştırılmış ve kanıksanmış düşünsel tepkileri de işin tuzu biber oluyor. Sonuçta bundan nemalanan bir avuç azınlık, sol ve sosyalist muhalefeti öyle bir düşmanlaştırıyor ki düşman hukuku yanında hiç kalır. “Herkes kaderine razıyken neden kurulu düzene çomak sokuyorsunuz” diye saldırıyorlar. Bunu anladık da, bundan zarar görenlerin o bir avuç azınlığın yanında saf tutmalarını nasıl izah etmeli diye düşünmeden edemiyor insan! Yirmi birinci yüz yılda, on dokuzuncu yüzyıl referanslı siyaset nasıl iktidar oluyor sorusu can yakıcı bir kötülük olarak dolaşıyor dünyada.
İktidar karşıtı muhalefetin de kronik başka sorunları can acıtıcı. Örneğin bir toplantıda (kongreler) konuya uygun tarihsel değerler ve yaşamın günceline uygun sunum yapıyorsun, dinleyiciler arasında seyrekleşmeler başlıyor. Sigara molaları artıveriyor. Konuşmacı popüler bir kişilik değilse salonlar boşalıyor. “Toplantı dağılıyor, yağmur yağıyor, düğüne gideceğiz kısa kes” homurtuları duyulmaya başlıyor. Dahası bir kongreye, panele, konferansa gidiyorsun gelenlerin büyük kısmı kulislerde hasret gideriyor. “Gel iki söz de sen et” desek, düşüncesi var ama bilgisi ezber. Yılların kanıksanmış tekrarları, hayatın saati yüzlerce yıl öncesinde durmuş sanki. Ortak demokratik ilkelerden çok, lider endeksli davranış en solda bile yer buluyor kendine. Kurumsal yapılarda iç örgütlenmelerdeki demokratik işleyiş hak getire. Varsa yoksa lider.
Oysa birlikte yaşamak zorunda olduğumuz başta en yakın çevremizden, en uzak tanıdık, eş, dosttan, hiç tanımadığımız yurttaşlara, siyasi, dini, etnik kesimlere ve yeryüzünün ortak paydaşlarına kadar uzanan gürül gürül akan bir hayat var. Hayatı var eden kaynaklar bir bir yok olmaya başlamışken, lider goygoyculuğu yapmak, kişilik erozyonu değilse nedir ki?
Elbette bu analizleri yapmak için özel eğitimim yok, toplum bilimci de değilim ama atmış yıllık yaşam serüveni hafızaya birçok şey kazıyor. Bilimin izinden gidenler, onları hafızanın derinliklerinde çıkarıp güncele ışık olarak kullandıklarında karanlıklar aydınlanıyor. Yolunu asla kaybetmiyorsun. Kişisel tarih, insanlığın geçirdiği evrimsel devamlılığın yolculuğuna atılıveriyorsun. İnsan hep kim olduğunu hatırlamalı ve sorgulamalı. O zaman farkındalık oluşuyor, önyargılı ezberlerden kurtulmak ancak o zaman mümkün.
Mesela çok öfkelendiğinde, korktuğunda ya da çok sevindiğinde, dahası bir şeyi çok istediğinde ne yapar insan? Öfkenin, korkunun, sevincin, isteğin, hırsın, kibrin, komplekslerin dengesi nasıl kurulur? Çıkar çatışmasında ötekinin hakkına saygının ölçüsü nedir? Öfke kontrolü, korkunun bastırılması, sevinçlerin, hırs ve arzuların sınırını ancak ötekinin sınırlarıyla dengelendiği zaman, hayatın içinde, bütün varlıklarla birlikte kendine yer bulmayı başarabilmeyi öğreniyorsun. Anadolu'nun batıni düşünürleri buna “varlığın birliğinde var olmak” demişler. Toplumsal ahenk, birlik ve dirliğin, adalet ve özgürlüğün, eşitliğin, beslenme ve barınma zincirinin sırrı burada saklı bence.
Öte yandan yeryüzü dengesini bozan insan ırkı, doğada var olma güdüsünü, üstün olma bilinçli egemenliğine dönüştürünce hem doğaya hem de kendi türüne karşı görülmemiş kötülüklerin mayasını da atmış oldu. İyiliğe karşı kötülük, sevgiye karşı nefret, kin ve kıyım, yağma ve talan, yalan, hile, zulüm gücünü mülkleştirilmiş yeryüzünün gaspından alıyordu. Eli silah tutan kutsandı. Tanrılaştı. Destanlar yazıldı. Kitaplar indi. Mabetler dikildi. Saraylar yapıldı. Üstün soy kütükleri yazıldı. Tanrısal payelere büründürüldü. Günümüz dünyasındaki lider tapınmacılığı birdenbire olmadı yani.
İnsan, efendiler ve köleler diye ayrıldı. Doğa efendiler için yağmalanacak ganimet, ondan beslenenler için mütevazi açık hava sofrası. Köleci toplumdan, feodal topluma ve nihayet kapitalizmin ücretli köleliğine, hayata düşman şirketlerin dünyasına.
“Varlığın Birliği” bozulunca yeryüzü toprakları kanla sulanır oldu. Adalet efendinin lütfu olarak sırça sarayların salonlarını süsleyen birinde terazi, diğerinde efendi adına kesen kılıç tutan el, gözü görmez, kulağı duymaz, vicdansız bir heykele dönüşünce kötülük iyiliğe galip geldi.
Hep sordum kendime “Ben bu tarihin neresindeyim?” diye. Ne demiş Yunus: “İlim ilim bilmektir. / İlim kendini bilmektir..” Cevap çok açık ve net. Ezilenlerin dünyasında varlık içinde bir zerre. Okyanuslarda bir damlacık. Zayıfın, mazlumun önünde kolsuz kanatsız. Büyük insanlık içinde dünkü çocuk, bilgenin karsısında cahil. Bin bir rengi, dili, kimliği eşit ve kardeş gören bir yürek. Ekmeğin, emekle yoğrulmuş olanını çalanlara karşı mücadeleyi rehber edinmiş bir devrimci, zalime boyun eğmeyen bir asi. ” Bal tutan parmak yalar, devlet malı deniz yemeyen domuz” diyen ataya “Hadi ordan” diyen bir küfürbaz. Kadına el kaldırana, saçından başından tahrik olana, çocukların masumiyetini kirletene düşman. Şiddete, savaşa karşı boyun eğmez barış sevdalısı. “Bir orman gibi kardeşcesine” yaşamaya sevdalı bir romantik. Yeryüzünü vatan, gök kubbeyi çatı bilen bir dünyalı. Küçük şeylerle mutlu olup büyük düşler kuran bir hayalperest. Dağ başında kaybolmuş yavrusuna ağlayan bir ana, bulvarda dilenen bir çocuk, çöpte beslenmeye çalışan bir kimsesiz.
Güneyden kuzeye mülteci kanında beslenen savaş baronlarının dünyasında saraylarınız, şatafatlarınız, medeniyetiniz, kitaplarınız, ilahileriniz, şirketleriniz, bankalarınız, savaş makineleriniz, sizin olsun gölge etmeyin yeter. Düşün yakamızdan, gidin kendi haramlarınızın keyfini çıkarın, kendi kanınızda boğulun gelmiş geçmiş zalimlerin çöplüğünde. Alın gidin kötülüklerinizi insanlık bizde kalsın.
Az yaşa, çok yaşa önyargılarını yık, ezberlerden kurtul, soru sormak bireyi insanlaştırır ve özgürleştirir. İyiliğin kötülüğü er geç yeneceğine inan. İşte atmış yıllık ömre sığdırdıklarım. Ya sizin ömrünüzde ne var?