Genel siyasetin, daha ziyade atmosferin yoğunluğundan başımızı indirip kendi gündemimize çok yoğunlaşamasak da bazı hazırlık zorunlulukları ufukta belirdi bile. Eylül-Ekim-Kasım 2016 tarihleri arasında Milliyetçi Hareket Partisi Silivri'de ilk olarak ilçe kongresini gerçekleştirecek. CHP'nin yasal süreci Kasım 2017 olarak ifade edildi. AK Parti'de süreç çok net olmasa da (son gelişmeler ışığında) yine 2017'ye işaret ediliyor.
Bu veya önümüzdeki yıl içerisinde öyle ya da böyle yerel seçim aktörlerimiz öncelikle bir taban yoklaması, merkez onayından geçecek gibi duruyor.
Akşama neyle yatıp, sabaha neye uyandığımız konusunda düşünebildiklerimiz, tahmin, akıl ve mantığımızı zorlayan olayların gölgesinde siyaset yapmak da daha zor, seçilmek de inanın seçmek de.
Siyasi partilerin son dönem faaliyetlerine bakıyorum da bir şey yapsalar dert, yapmasalar ayrı dert. Tepede açıkça adı konmasa da işleyişte hissedilen AK Parti-CHP-MHP mutabakatı ülkemizi sancılarından kurtarmaya, yoluna daha güçlü şekilde devam etmesi için büyük bir özveriyle işletmekte.
40 yıldır kök salan, dallanıp, budaklanan bir beladan 40 günde kurtulmamız mucize olurdu zaten. Ama 40 sene sürecek olsa bile zararın neresinden dönersek dönelim kârda olduğumuzu unutmamalıyız.
TSK, yargı, emniyet, iş dünyası derken (Bu arada FETÖ'ye maddi destek sağlayan şirketler ile mal varlıklarına el konuluyor da PKK ve diğer terör örgütlerine yönelik böyle bir tedbir neden alınmıyor aklıma takıldı...) bence bu yeni yapılanma süreci siyasetimiz; yasama ve yürütmemiz için de bir fırsat. Tabi doğru ve adaletli; hak ve hukuk çerçevesinde değerlendirilebilmesi şartıyla…
AK Parti'nin kuruluşu ve ilk iktidar dönemlerini hatırlayın. Silivri'de 2002 seçim çalışmaları esnasında meyhanelere bile girdiklerini anımsıyorum. Ertuğrul Günay'ların bakanlık yaptığı bir hükümet döneminden söz edebiliyoruz… Sonra yavaş yavaş kendi içine kapanmaya başlayan AK Parti iktidar ile muktedir kavramlarını sorgulamamızın yolunu açtı.
Nisan 2012'de rahmetli Hasan Pulur, bir yazısında; “İktidar ve muktedir... İkisi de Arapçadan dilimize girmiş, bir daha da çıkmamışlardır. İktidar, siyasi anlamda erktir, güçtür; demokrasilerde çoğunluk partisi ve onun hükümetidir! İktidar olmak kolay iş değildir; muktedir olmak, iktidarı elde tutmaktır, güçlü olmaktır.
* * *
...her iktidar muktedir olamaz. Siyasi tarihimiz, iktidar olup da muktedir olamayanlarla doludur” diyor ve şu örneği veriyor; “28 Şubat'ın temelinde yatan nedir? Bir iktidar var ama muktedir değil. Refah ve DYP hâlâ birbirini korkaklıkla suçluyor.”
Devamında konuyu bağladığı kanaat daha da enteresan; “Böylesi var mı? Hem iktidar olacak hem de muktedir? Biliyoruz biliyoruz, örnek hoşunuza gitmeyecek ama işte Başbakan Tayyip Erdoğan... Hem iktidarda hem de muktedir.
Hoşunuza, hoşumuza gitmese de...”
***
Darbe kalkışmasına engel olmayan muktedirlik, önlenmesi hususunda Allah'tan işe yaradı…
İktidar zafiyet kaldırmaz… Her isteneni vermenin bedelini de çok ağır ödedik.
Ve Soner Yalçın'dan “Aklımızı başımıza almazsak gökkubbe tepemize çökecek” başlığı altında yazdığı müthiş bir tespit ve son derece doğru bir kurtuluş reçetesiyle bitirelim:
“Büyük yazar Marcel Proust, “Albertine Kayıp” kitabında “aklın” önemine işaret eder; “gerçeği kavramak için en uygun, en güçlü araçtır akıl.”
Biz; aklı ve itibarıyla gerçeği kaybeden ülke olduk!
Bilinçdışı sezgicilikle hareket ediyoruz.
Önyargılarımızla hareket ediyoruz.
Etnik kimliklerimizle hareket ediyoruz.
Bu nedenle artık kimse kimsenin acısına ortak olmuyor.
Bu nedenle artık kimse kendi teröristini-kendi canlı bombasını kınamıyor.
Ölen kendi “etnik kimliğinden” olmayınca aldırmaz oluyor; kayıtsız kalıyor.
Bu, barbarların Orta Çağ'ıdır.
Ve kaç kez yazdım; ülke “teşhisi” konusunu; tekrar etmeye gerek var mı? Biliyorsunuz. Yaşıyorsunuz. Evet. “Tedavi” konusunda ne yapacağımızı ivedilikle konuşma zamanı geldi. Görüyorsunuz; siyasal partiler, günlük tepkisel laf üretmek dışında “seçenek” ortaya koyamıyor!
Peki… Bizler bu karanlık süreçten nasıl çıkacağız?
Önerim var. Öncelikle… Ortak iyiliğin simgesi “yurttaş” kimliğini acilen tekrar ortaya çıkarmalıyız. Bilmem ne tarikata… Bilmem ne cemaate… Bilmem ne mezhebe… Bilmem ne örgüte-partiye… Ya da bilmem ne etkin kökene aidiyeti değil; ülkesine-ulusuna bağlı yurttaşı tekrar oluşturmalıyız.
Toplumsal ilişkilerin merkezine -herkesin statüsü olan- yurttaş kimliğini koymalıyız. Kaç parçaya bölünmüş ülkeyi -zenginliği ve yoksulluğu paylaşan- yurttaş kimliğine sarılarak bir arada tutabiliriz; toplumsal ilişkileri ancak böyle düzenleyebiliriz. Yurttaş, her türlü Efendi'yi yok eder çünkü…
Bireyi özgürleştirir…”