Çam iğnelerini öbek yapıyor ve yakıyorum. İnce bir duman, koku, çıtırtı, alevler…
Tutuşunca kozalakları atmaya başlıyorum ateşin üzerine.
Çıplak erik ağacına meraklı bir karga konuyor, başını sağa doğru yatırıp kara gözleri ile izlemeye başlıyor.
Kış, soğuk, yeni yılın ilk günü bugün. Sığırcık sürüleri vardı yollarda, kar yağacak besbelli.
Denize giresim var.
Sahil hep bildiğim gibi, lodosun büyük elleri alıp götürmesin diye kumsala çekilmiş kayıklar, dalgaların sahile savurduğu insan artıkları, sahipsiz köpekler, kömür kokusu… Gri gökyüzü, gri deniz.
Sırtımı bir site duvarına vermiş oturuyorum.
Yazlıklar terk edilmiş şehirleri andırıyor, pencerelerin ahşap kepenkleri kapalı, kapılar kilitli. Yaz aylarının kalabalık çay bahçesinin plastik sandalyelerini üst üste koymuşlar kalınca bir naylon ile ötmüşler.
Langırt masasının futbolcuları jübile yapmış, büyümüşler, iş güç sahibi olmuş hepsi.
Bilirim hepsinin kafasında eski güzel günler var.
Küfe kesmiş, neme durmuş evlerin arasından sahili bulan patikadan bir çift iniyor. Ben yaşlarda ikisi de kadın adama yaslanmış, adamın başında kavak yelleri.
Yanımdan geçerken “her kuşun eti yenmez dedim” diyor kadın.
Karga ile göz göze geliyor, gülümsüyoruz.
“Keşke daha önceden haberim olsaydı” diyor adam.
Ne yapacaksa artık?
Taş sektirmeye kalkıyor adam, beceremiyor.
İkisi de aslında olmayı istedikleri fakat bir türlü olmayı beceremedikleri insanların ağzından anlatıyorlar.
Yapmış gibi, yaşamış gibi…
İkisi de farkında olayın fakat maksat oyun bozulmasın.
Özü yalnızlık!
Varsın ikisi de uyduruversin…
Adamın parası yok besbelli yoksa ne işleri var bu soğukta sahilde.
“Deniz kenarlarını severim, hadi gel sürekli yalnız gittiğim kumsala seni de götüreyim” demiştir
Meseleyi dakikasında anlamıştır kadın, yoksa duvarları denizyıldızları ile balık ağları ile süslenmiş salaş balık lokantasının sobaya yakın kuytusunda laflamak varken.
Deposu doldurulup alındığı gibi çiziksiz geri getirmek şartıyla araba da ödünçtür.
Bir avuç kozalak daha atıyorum ateşe, yemleri tazeliyorum.
Balık tutarmış gibi yapıyorum, ne olacak bu mevsimde?
Kova da hikâyeden, oltalar da.
Yorgun gri bir köpek kıvrılıyor ateşin yanına sonra iki tane daha geliyor.
Karga uçuyor, erik ağacı çıplak.
Birilerine benzemeye çalışırken ortalık toz dumanken kendimizi kaybediyoruz
Kaybolduğumuzu anladığımızda da çok geç oluyor.
Kendimizi ararken de kime benzemeye çalıştığımızı unutuyoruz.
Kafalar bildiğin aşure kazanı.
Ayaküstü laflıyoruz bir arkadaşla, yalnızlık üzerine konuşuyoruz.
“Ben yalnızlığımı kendi elimle verdim” diyor.
Yarım kalmış bir hikâye bu kadar güzel, bu kadar kestirmeden anlatılsın.
Özeti budur.
Yalnızlığınızı kimse zorla almaz sizden. Kendi isteğinizle, farkında olarak bilerek, kendi ellerinizle verirsiniz.
Yalnızlığınızı kime verdiyseniz, sebep biri tarafından sevilme isteğidir çokça, ölümüne ona benzemeye çalışırsınız.
Onun gibi gülersiniz, onun gibi kaşırsınız kulağınızı, onun gibi yürür, onun gibi düşünürsünüz.
Ne o farkındadır ona benzemeye çalıştığınızın, ne siz. Bir taraftan da o size benzemeye çalışıyordur farkında olamadan.
Dedim ya kafalar aşure kazanı diye.
Şöyle sebepsiz silkelendiğiniz bir sabah, ormanın derinliklerinde bir ağaç kovuğunda büzüşmüş tesadüf edersiniz kendinize.
Ne yapmak lazım şimdi?
Biri gelsin de bulsun diye bekleseniz? E daha önce de öyle yapmıştınız!
Bağırmıştınız, buldurmuştunuz kendinizi.
Yalnız olduğunuzu bildiğiniz zaman değerlidir yalnızlık.
Beklememek yani
Umut etmemek yani.
Yalnız olduğunuzu bilmek; İçinde bulunduğunuz kayık alabora olduğunda kıyıya yüzme gücüdür.
Yaşaması gerekeni yaşıyor insan.
Öğrenmesi gerekeni öğreniyor.
Özeti bu!
Kozalaklar bitince ateş sönüyor, köpekler sahilin öbür ucuna, ben yaşlardaki çifte doğru koşmaya başlıyor.
Balık tutarmış gibi yapıyordum bugün.
Kova da hikayedendi, oltalar da.
Denize giresim var!