“Dedelerinin evine gitmişler yıllar sonra, ev boşmuş ama mutfaktaki tel dolabın içinden fotoğraflar çıkmış. Yere oturup uzun uzun bakmış fotoğraflara, ağlamış öyle.
Eskiler hüzünlendiriyor işte insanları…
Benim bir tane bile fotoğrafım yok! Şu incir ağacının dalına konuvereyim de çekiver?
Kimi anlattın sen bana?
“Tanımıyorum ki ben de, bir adamla kadın oturmuştu geçenlerde tam şuraya, onlar konuşuyordu aklımda kalmış.”
İncir ağacının dalına konuyor, başını sağa doğru eğiyor…
Kupa tutuyorlardı kalenin önündeki iskelede, kurşunsuz takım yapıyor, boğazın akıntısına bırakıyorlar. Yemleri karides, tavuk göğsü de olurmuş
Kalabalık, kargaşa, kaçıyorum.
Soğuk, Mustafa ağabeyin kahvesi açık. Küçük tüpte demlemiş çayı, içeriye girmeden alıyor, karton bardakta içebiliyorsun.
Ne yapsın insanlar?
Lokantalarının önüne manav tezgâhı açan, balık tezgâhı açan. Mücadele!
Mustafa ağabey bırakıyormuş balıkçılığı, sahteleri, makineleri, kamışları satıyor. Eski tadı kalmamış, yaş da altmışı geçince.
İki muhabbet kuşu var kafesin içinde, parmağımla gösteriyor, soruyorum;
Üşümezler mi? Bizde de var iki tane.
Kafası neredeyse Mustafa ağabeyin gözlerini kısmış benim göremediğim bir şeyleri inceler gibi bakıyor.
“Bilmem” diyor. Kuşlara sormak lazım diye geçiriyorum içimden!
Bir sabah gelecek ve kafesin içinde ölü bulacak kuşları.
Tenha, kuytu bir yer buluyor atıyorum oltamı ben de. Balık olmaz buralarda, amaç bu mu sahi?
Yağmur başlayınca siyah yağmurluğumu giyiyor, portatif sandalyeye oturuyorum.
Kafamdaki tüm düşünceleri silip atma çabasıyla gözlerimi kapatıyorum.
Mümkün mü böyle bir şey?
Olur mu?
Kurtulabilir miyiz kuruntularımızdan?
Rüzgâr, martılar, dalıp çıkan karabataklar, dalgaların uyuşturan, gerçeklikten koparan sesi, çakıl taşları.
Boğazdan geçen yük gemileri, iki yakaya gidip gelen feribotlar. Köprüyü de kolaylamışlar. O zaman nasıl olacak buraları?
Daha önceden nasıldı?
Kırk yıl evvel tam burada mezeleriyle meşhur bir balık lokantası varmış meğer!
Sahne, sahnenin önünde uzun bir masa, kalabalığız!
Kıranta giyinip gelmişim ben de. Ne işim varsa buralarda?
Misafirim belki? Belki işim düşmüş?
Baykuşa sorsam, “eviniz vardı, yazları gelirdiniz, unutmuşsun” diyecek, belki?
Alkışlarla üç müzisyen geliyor sahne arkasından, darbukacı, klarnetçi, kemancı.
Darbukacı ile klarnetçi maviye boyanmış ahşap iskemlelere oturuyorlar, kemancı ayakta yapıyor girizgahı ardından darbukacı gümbürdetiyor ortalığı. Basma entarili, kara, küçürek, gençten bir kızcağız başlıyor şarkıya;
“Yanıyor mu yeşil köşkün lambası…”
Zaman zaman düşüncelerine yakalandığı oluyor insanın.
Tarlanın ortasında bilmem kimin eski ceketiyle, eski pantolonunu giymiş içi saman dolu korkuluk gibi hissediyor.
Hasır şapkası çivilenmiştir başına, en yakın arkadaşları korkutmakla görevli olduğu kargalardır!
“Tarlanın sahibi geldiğinde korkmuş gibi yapıyorsunuz!”
Sıkılıyordur korkuluğun canı, kaçmak istiyordur fakat kaçacak neresi var?
Bostandan başka yeri bilmezken.
Çevresini değiştiremez, yola düşemez, hadi bir iki taşı oynatsın onu da beceremez.
Sığınır.
Bazen bir adama.
Bazen bir kadına, bazen de başka bir korkuluğa.
Baykuş, “laf seninki de” diyor.
“Kafan karışık, köşeli düşünsen göreceksin ki yaşamın özü sığınmak.
Mağaradan kulübeye… Katur kutur bir şey aslına bakarsan. Sorsan kimse kabul etmez. İhtiyaçtır dillendirmeye gelmez.”
Fotoğrafı var artık baykuşun, uçuyor!