Ali Gülcü

Kahramanın paltosu

Lodos var, aylardan Mayıs olmasına rağmen hava bunaltıcı, yağmur sıcağı… Günün gecesinde gök gürültülü şakır şakır, camları döve döve yağdı da zaten. Balkonda oturuyor İclal Aydın'ın Üç Kız Kardeş adlı kitabını okuyor, ‘Cunda'ya gittiğin zaman Bay Nihat'ın çocuklarına gerçekten Mesut Mutlu diye biri yaşadı mı sor” notunu düşüyordum.
Roman kahramanları okuyucunun hayatını değiştirebilir mi?
Kaybedenler Kulübü'nden bir replik düştü aklıma.
“Bazen değiştirir.”
“Bazen değiştirmez.”
Okuyucu değişmek istiyor mu bakalım? Kahramanlar değiştirmeye çalışmaktan yorulmuş, boyunun ölçüsünü almış, “ne haliniz varsa görün” kıvamına gelmiş de olabilirler. Ders aynı fakat herkesin kendi payına anladığı başka. E azizim günümüz insanı da yaşamadan öğrenmiyor zaten!
Başına gelecek, olmaz dediği olacak, şimdi ben ne yapacağım çaresizliğini yaşasın ki, bir hımm desin.
Bir kere yapan yine yapar mı?
Mahalle aralarında yürüyorum yine. Az önce çok büyük bir parkın yürüyüş yolundaydım. Bisikletlerle gezenler, hızlı hızlı yürürken bir taraftan sohbet edenler. Bu dünyaya ait değilmiş gibi banklarda hülyalı oturanlar, ağaçların gölgesinde evden getirdikleri termoslardan doldurdukları çayı karton bardaklarda içenler.
“Buyurmaz mısın yavrum?”
Teyzeye nasıl baktıysam artık. Torununu parka getirmiş, damadı bankacıymış, kızı öğretmen, kendi de memuriyetten emekli. Suadiye'de oturmuşlar uzun süre.
İlk defa karşılaştığınız biri sanki yıllardır tanıyormuşsunuz gibi gelir ya. Aynı mahallede büyümüş gibi hissettim. Çimleri yeni kesmişler, bir koku yayılmış arkadaş, sırt üstü yat, gökyüzüne bakarken uyuyakal.
Denize komşu taşlarda otururken Soner'in söylediklerini hatırladım.
Doğum haritamda su elementi yokmuş! Sahilleri mesken tutmamın sebebi de buymuş. Bilmeden boşluğu doldurmaya, eksiği tamamlamaya çalışıyormuşum meğer.
E hani beni deniz ve balıklar çağırıyordu?
Tek katlı evinin önünde yeşil hortumla halı yıkayan ayakları çıplak bir kadının, kahvehanenin önüne çıkardığı iskemlede uyuklayan bir adamın, lastikleri patlak çürümeye bırakılmış bir kaplumbağa arabanın yanından geçiyorum.
Aman ne özenirdim bu vosvoslara. “Camları açık bırakamıyorum kardeşim, içerisi kız doluyor.”
Kim, ne zaman kurmuştu bu cümleyi
Varsın benimkinin içi kız dolmasın dedim param olunca başka araba aldım.
Düşleri de değişiyor insanın.
Yapabiliyorken yapmak, giyebiliyorken giymek, gidebiliyorken gitmek lazım.
Nasıldı o meşhur atasözü
“Evde oturan erken ölür.”
Çok konuşmaktan yorulmuş, görmüş geçirmiş, bilge birinin ağzından çıktığı çok belli. Anlayana kısacık bir cümlede özetlemiş meseleyi.
Önde arkası açık bir kamyonette çalgılar, kameraman. Arkasında süslenmiş gelin arabası korna kornaya konvoy.
Gökçetepe'ye balığa gidiyoruz. Çam ormanı, deniz.
Azıcık da güzeliz. Düğün hazırlığında bir çift fotoğraf çektiriyor.
Geline baktım damada baktım. Şimdi burasını nasıl anlatsam da çıksam işin içinden…
Delikanlı, elinden elma şekeri alınan bir çocukmuş gibi, yüzmeyi bilmiyorken derin suya atlayacakmış gibi, hayatının yanlışını yapıyormuş gibi geldi bana.
Şarkıdaki gibi “sussan olmuyor, susmasan olmaz.”
En ciddi halimle üstümü başımı düzelttim, boğazımı temizledim “İyi düşündün mü güzel kardeşim?” dedim
Sessizlik sonrası gelinin gözlerinde yaklaşan fırtınayı gördüm! Kızcağızın içinden ejderya (yazım yanlışı yok) çıkıp bizi tarumar etmeden, yakıp küle çevirmeden, her şey normalmiş gibi yaparak kaçtık.
Aradan yıllar geçtiğine göre bugün mutlu olduklarını ve o günü gülerek anımsadıklarını umuyorum.
Laf aramızda bazı yanlışlar bilinçli yapılıyor.
İçindeki ses “dur orada” diyor ama dinleyen kim? Yolun dipsiz bir kuyuya çıktığını biliyorsun fakat yürümeye devam ediyorsun.
İçinde yeşerttiğin umut sürüklüyor seni, ya öyle değilse?
Mucizelere inanıyorsan, hiç olmadık bir zamanda, hiç ummadığın bir elin gelip seni karanlıktan aydınlığa çıkarmasını bekliyorsun. Araf'ta bir çadır, deniz kızlarından sevgili, midye kabuklarından köşk, papatyalardan salıncak…
En yakın arkadaşın tırtılken, gelincik ve kelebeğin düğününe gidiyorsun mesela. Balık ve kuşun nikah şahidi sensin. Çöle kar yağarken dilek tutuyorsun.
Everest'in tepesine bağdaş kurup oturmuşken, en özgür anında ciğerlerine çektiğin hava donuyor, kum fırtınasında yolunu kaybediyorsun!
Damlamıyor ki göl olsun.
İlk fırsatta kaderimdir deyip suyun akışına bırakıyorsun bedenini, ruhuna laf anlatamıyorsun.
Olduğu kadar hali çöküyor üzerine ve olduğun kadarsın nihayetinde.
Halı sahada maç var.
Tellere parmaklarını geçirmiş oyunu izleyen sarışın adam azıcık kilolu küçük kalecinin babası. Çocuğun ileride futbolcu olamayacağı çok belli ama ne yapsın?
Top bacaklarının arasından geçiyor ve gol oluyor.
“Topa bak be oğlum!” diyor sarışın adam, elini hırsla dizine vuruyor.
Yıllar sonra bir gece küçük kaleci arkadaşlarına anlatacak bugünü, “rahmetli babam futbolcu olmamı çok isterdi! Özellikle kaleci. Yıllar sonra öğrendim nedenini, seçmelerde kolu kırılmış, bir daha eskisi gibi olmamış.”
Kim eskisi gibi ki diye mırıldanıyorum.
Bacak arasından gol yiyen küçük kalecinin ileride büyük bir adam olmasını diliyorum.
“Yaptıkları iş ne olursa olsun dürüst adamların hepsi büyük adamdır!”
diyor başka bir zamanda başka bir baba oğluna.
Kahramanlar değiştirmeye çalışmaktan yorulmasın bence, adı farklı olsa bile gerçekten bir Mesut Mutlu yaşamış olsun varsın paltosunu hiç çıkarmasın…

YORUM YAP