İbrahim Çeşmecioğlu

Kanatlı Süvarinin hatıraları ÇERKES ÖYKÜLERİ

Yazarın çok erken yaşlarda başlayıp, şimdilerde tam merkezine ulaştığı aydınlanmasının henüz kuşluk vaktidir, tan zamanıdır diye düşündüren enfes çalışma.
Bu kez eseri yorumlamadan daha evvel, okurken altını çizdiğim örnekler açısından bakarak vereceğim ipuçları daha kıymetli olacaktır diye, işe buradan başlamak niyetindeyim, buyurun:
“Yaşamın her anına onurlu bir duruş giydirmenin adı değil midir Çerkeslik... Onurla yaşamanın, onurla dünyadan ayrılmanın ve anımsadıkça gururlanmanın adı değil midir?”
Öyledir elbette... ama Çerkeslerle birlikte insan soyunun da tamamına en çok yakışacağından hiç şüphe duymadığım “onur” giyiti, yine insan soyunun üzerinde bataklaşıp kirlendi de, kimse bu eşsiz giysiyi temiz tutmak için titizlenmiyor artık!
Biz eseri örneklemeyi sürdürelim: “Atları satan kişiler yaman bir Çerkes delikanlısından aldıklarını söylüyorlardı. Gelmiş vur aşağı, tut yukarı dediği fiyata satmış atları, İyi Çerkez terbiyesi almış olmalı ki ata müşteri olanlarla pazarlık da yapmıyormuş. At alırken pazarlık yapılmaz. Dediğim neyse o! Bir kuruş aşağı olmaz.”
Görüyor musunuz! Atın Çerkeslerde et tartımında değil, gönül ölçümünde yeri olduğunu ne vurucu anlatmış Hulusi Üstün...
“Haber köye gelince yaşlı Çerkesler toplanıp geldiler. Törenle teslim alındı Hapat'ın cenazesi. Günlerce yas töreni yapıldı. Çevre kasabalara haber uçuruldu, mevlitler okundu. Hapat şanına yakışır bir cenaze merasimiyle toprağa verildi ama o günden sonra buralarda doğru dürüst at çalan kimsecikler kalmadı.”
Demek at hırsızlığının dönemin vaka-i adliyesi sayıldığı, hatta daha ileri giderek kişinin mertebe göstergesi kabul edildiği besbelli ki, yazar at çalarken öldürülen Hapat'ın şanına yakışır bir cenaze merasimiyle toprağa verildiğinden bahsetmekte! Sözün burasında her olguyu dönemine göre değerlendirmek doğru ve değerlidir diye belirtmek ihtiyacındayım değerli okurlar.
Öykülerin içini dolduran, ayrı ayrı onlara ağırlığını kazandıran cümlelerden bir kaçı daha, “Serpilip gelişti ikisi de. Soyunun alımlı çekiciliği sardı Adiyuh'u. Yüzü kar köpüğü gibi ak, saçları aysız geceler gibi kara, gözleri bir çift kor parçası... Hajgeri dağlar kadar gururlu, yaz kış yeşil çam ağaçları gibi dik ve yaşam dolu.”
Yazarın kendine has insan, doğa, ruh tasvirlerinden bahsetmezsek anlatımı değerli kılan malzemenin mevcudiyetini tam yansıtmış olamayız. Öyleyse evinden ayrılarak sevdiği delikanlıya kaçan genç kızın içinde bulunduğu durumu nasıl betimlediğine bir bakalım hep birlikte. Bakalım ki söylediklerimin doğruluğuna siz de tanık olun kıymetli okurlar, “Yuvasından düşmüş bir yavru kuşu tutarcasına kavradı Adiyuh'un belini ve attı atının terkisine. Bahçeyi yoldan ayıran çiti geçti ve koyuldu kadere giden yola. Uçtu kara kısrak, ince bacaklarıyla geçti derin hendekleri, şırıltılı dereleri.” Bana “Sevmeyi nasıl tarif edersin?” diye sorsalar hiç düşünmeden Hulusi Üstün'den az önce alıntıladığım cümleyi anlatacaklarımın başına koyarak konuşmaya başlardım... Devam, “Kara kısrak poyraz gibi esti ağaçların arasında, karanlıkta dipsiz bir kuyuya benzeyen ormanı geçti...”
Aynı hikayeden bir özgün anlatım, bir zihinsel şölen daha. Burada, öykünün kahramanı Adiyuh adlı genç kızın yılandan ürken atın üstünden düşmesiyle başını taşa vurarak ölümü anlatılıyor. Ama ne anlatım: “Bağı açılmamış bir gül demeti gibi savruldu saçları. Sırt üstü düştü yere. Düştü ve bir kan gölü oluştu başının çarptığı taş üstünde. Çırpınıp kaldı kurşunlara uğramış bir kuş gibi. Çırpınıp kaldı vurgun yemiş bir maral gibi.”
Ölümsüzlük Pınarı öyküsünde ise yaşlanan ve öleceğini hisseden Çerkes ulularının kendilerini yüksekçe bir yerden atarak kimseye yük olmadan bu dünyaya veda etmelerini yazmış, “Sonu gelmez bir sonbaharın soyup canını aldığı kuru ağaçlara dönmüştü ikisi de... Öncekilerin yaptığı gibi gidip derin bir uçurumdan atmalılardı artık taşıyamadıkları bedenlerini.” Demek Çerkes törelerinde yeri vardı evvelce böyle bir tercihin. Ölüme herkes üzülse de bu soylu tavra kızamıyor insan değil mi efendim. Ya şu güzelim cümlelere ne demeli! Sadece büyük bir hızla yaşamın sonuna doğru yol alan iki kocamış insanın susuzluktan çatlamış dudaklarına can suyu diye izah edilebilecek türden değil ki bu son dilek; çoraklaşan günümüz ruhlarının da hararetini giderecek kadar çok kıymetli bence, “Susadım, dedi zorlukla. Ağzım ölümün tadını alamayacak kadar kuru...
-Sana su getireceğim Hamate.
Beklemeye koyuldu Hamate. Eşinin son fedakârlığı gözlerini doldurmuştu..”
Öykülerin hemen tamamı Lâtin Amerika'nın büyülü gerçeklik akımındaki coşku, hüzün, hayal harmanı kıvamını taşıyor bünyesinde. Şaşırtan ve iz bırakan finallerine bakarak böyle olduğunu söylemek abartmak olmaz katiyen.
Dağlının Borcu adlı öykünün kurgu mu, yoksa bir tarihsel derleme mi olduğunu merak etsemde, kafamda herhangi bir sınıfa koyamadım doğrusu. Ama bütünü çok iyi olan kitabın en nadide bölümü ve en severek okuduklarımdandı.
Gelelim Eğrikapı'daki Ev öyküsüne, “Kızlar, nilüfer gibi yakışır suya. Bir masalın içinden çıkmış, su perilerini andırırlar çeşme başında. Her biri bir başka şenlik olur yüreklere...”
Yazarın burada özellikle hakkını teslim etmek lâzımdır. Çünkü yazımındaki zenginlik, biz okuyanlara eşsiz bir şenlik olmuştur efendim. Bir de aynı öyküde Kemal'in eşi Hikmet hanımın, onun ikinci bir kadını üzerine kuma getirme isteğini desteklemesi, hatta uygun olan kadının ismini kendisinin önermesi de çok ilginç anlatımlardandı doğrusu! Yaşar Kemal'in Çakırcalı Efe kitabındaki, efenin karısının çok benzer tutumuyla kafamda paralellik kurmama neden oldu. O da Çakırcalı Efe'nin gönlünde olan kızı babasından bizzat istemeye gitmişti romanda. Burada hakim olan ahlâki anlayışın, içinde bulunulan duruma göre belli oranda elâstikiyet kazanabileceğinin, hatta böyle olursa sonuca olumlu tesiriyle doğru bir tutum sayılabileceğinin altını çizerek okuyucuya ulaştırmak istemiş zannımca yazar! Bence isabetli de olmuş.
Unutmadan..
Eğrikapı'nın kadim öyküsü ve İstanbul'un tarihindeki önemini öğrenmek için bile bu harika öyküleri okumak yeter sebeptir diyebilirim sevgili dostlar!
Evet, Hulusi Üstün sayfa sayfa ruhumuza resmettiği yurdunu ve Çerkes halkını, öyle samimi, öyle sıcak ve öyle tutkuyla yazmış ki, bu benzersiz cümlelerin üstüne yorum yapmak benim içinde hiç kolay değil, hatta yorucuydu. Ne gam, hiç yüksünmüyorum.. böyle güzel kitapları yorumlamak olsun bizim de yorgunluğumuz, razıyız.
Yıkılışının bile onu yıldıramadığı yurdunun dağları, yolları ve efil efil esen yelleri eminim sizin de benim gibi rüyanıza vuracak, uzun zaman gönlünüzde duracaktır.
O halde efsaneleşmiş bir ulusun efsuni anlatımından mahrum olmayın. Hemen alın Hulusi Üstün'ün Kanatlı Süvarinin Hatıraları isimli Çekes öykülerini başına çökün bir an önce..

YORUM YAP