Kocadım gayrİ... göynüm kocamasada!
Çok değil daha birkaç yıl önce Cumhuriyet Bayramı ve 23 Nisan kutlamaları için tören alanına göğsümde Mustafa Kemal'in kocaman gümüş rozeti ile en ön sırada katılırdım.Yaşıma hürmeten öğretmenler sandalyemi muhtarın yanına,kürsüyü cepheden gören yere korlardı.Ahh çocukların çığrışmaları, taze kokularının mucizesi nasılda örter, nasılda iyi gelirdi yüz yıllık yaşlı ruhuma!
Ne fırtınalı, ne ölüm ölüm yıllar geçirdim Ya Rabbim. Tam yedi bayram askerlik yaptım.
Yedi Kurban, yedi Ramazan bayramında evimden uzak,bağımdan bağrım yanarak ayrı yaşadım.Dile kolay üç buçuk yıl eder; öyle izin falan da yok!. Savaş yılları..hasretin içimizi,uyuzun ve bitin tabur tabur askerimizi kemirdiği yıllar.
Birinci Dünya Harbinin ardından dünyaya gelmişim.Cumhuriyetin ilk yıllarında çocuk,Atatürk'ün öldüğü yıllarda genç,İkinci Cihan Harbindeyse askerdim Şimdiyse doksandokuz yaşındayım! Anam,Paşa Cumhuriyet'i ilan ettiğinde sen iki yaşındaydın derdi de ordan bilirim.Artık bedenim küçüldü,belim iyiden iyiye büküldü ama hiç azalmadı gayretim.Hala yaşama isteğiyle dopdoluyum.Hey gidinin ömrü hey!
Bugün 01 Aralık 2020.Yüz yaşıma varmaya şurda bir ay kalmış.
Dün gibi gözümün önünde eski ahır,kardeşlerimle bir arada uyuduğumuz duvarları kireç badanalı, tavanı kalın ahşap kirişlerle çatılmış küçük oda. Ahır dediğim öyle ayrı değil zaten. Altı taş üstü ahşap evimizin alt katı olduğu gibi ahır, üstü ise kalabalık ailemizin yaşama alanı. Kışın ısınmak ve hayvanları doyurmak kolay olsun diye hemen bütün haneler böyleydi köyümüzde. Onlarca büyükbaş hayvanla birlikte altlı üstlü yaşardık.
Alaca, siyah, sarı danalar, kırdan karnı doymuş,memeleri tepe tepe sütle dolmuş ahıra dönerdi anaları. Yemliklerini yıkan, zincirlerini koparan koca koca asi boğalarımız vardı. Güğümlerce ak südümüz, sapsarı dövülmüş tereyağımız, olurdu. Geniş çayırların mis kokan yarpuz, yonca, dirfil ve yabani yulafı ayçiçek tarlalarından kucak kucak toplayıp kuzularımı beslediğim topbağa otlarından mucize gibi süzülmüş peynirler yoğurtlar konurdu soframıza sahan sahan. Kedi tel dolabın başında,aklı başından gitmiş beklerdi anamı peyniri kapmak için.
Hadi biz gördük,yedik içtik böyle gani gani. Hele ki bu fukara ömrü ona sebep uzun kıldık ya, ardımızdakilere yazık olacak! Süt yoğurt artık ahırda değil pazarda.Varsa paran alırsın,yoksa yutkunur durursun!
Tut ki istediğin kadar bolca aldın. Nerde bizim otlaklarımızın sütün yüzünü ağartan lezzeti...Hani nerde dilini ısıran,damağını ekşikeyen keçi peyniri,nerede!
Koyun keçi inek sütünü karıştırıp peynir için pişirdiğimizde, bostanın kavunları kokardı aynı zamanda; ışık sarısı mısırlar, gün karasına dönmüş ayçekirdekleri, başaklanmış bereket kokardı koca mahalle. Süt mü içerdik, yoksa süt gibi bulutlar mı akardı gırtlağımızdan ah!
Yorulmuş canımıza dilim dilim güç, kalıp kalıp cennetti taze yapılmış peynirlerimiz.
Ne diye bunca uzun yaşadım sanırsınız. Biz sütten yapılmış her şeyle ömrümüzü mayaladık, gönlümüzü oyaladık a dostlar...Tam tamına böyle yaşadık. Babam gibi.O da böyleydi. Bir de tabii muzip matrak adamdı babam. Gülmekten ve güldürmekten silme mutlu olurdu rahmetli. Kimi gün tarladan eve dönerken mahalle girişinde eşeğe Nasreddin Hoca gibi ters binip kadın erkek çoluk çocuk hepimizi kırar geçirirdi gülmekten.Gümüş rengi saçları ter içinde alnına yapışmış,gözleri kocaman büyümüş halde tepinir dururdu eşeğin üzerinde hınzırca. Halisinden çekmişim bende bu geçmiş zaman meddahına.
Çok tarlamız olmadığı için senelerce kahvecilikte yaptım. Köy kahvesini muhtarlıktan kiralayıp çalıştırdık çocuklarımla. Sabah dört ile en geç beş arası erkenden kalkıp diğer kahvelerden önce açardım işyerimi. Sokaklarda kimsenin olmadığı, herkesin tatlı uykusunda gerindiği zamanlarda üst üste giyinir inerdim çarşıya. Şafak sökmemiş olurdu daha. Ayazın bıçak gibi teni, zehir gibi boğazımı yaktığı saatlerde vururdum kendimi ekmek teknesine doğru.Gün doğmamış, ben aymamışım, dışarısı ayaz, ayaz, ah ayaz!
Elimden çay içmemiş fani yoktur köyümde.Katakofti insanların ilgi görmediği zamanlardı. Gönlü gani adamların adları efsane gibi dolanırdı toplumun içinde daha! Sohbetin keyfinde,çayın deminde olmak güzeldi benim gençliğimde.Sabah önce radyo açılıp ıhlamur yada çayın sıcaklığında haberler dinlenir, sonra sesi kısılarak yarenliğe geçilirdi. Televizyonun cümleyi cezbettiği yıllarda bile bizim mekânda gırgır şamata ve hasbihalden vazgeçilmedi hiç.Nefesim derinim ve dermanım yıllar hey!.
***
Çok erken kalkarım dediydim ya işte böyle sabahların birinde neredeyse diz boyu kar yağmış olarak uyandım. Bilenler bilir, köy yerinde kışın kahvenin soğuk olması çok ayıptır. Akşamdan işkilli yatmıştım zaten. Pek uyuyamamışım gece. Aklımda bir an önce giyinip ocağı ve sobayı harlamak var ya! Hele ki sabah namazına gelenlerden önce çay hazır sobanın içinde alazı gümbürdemiyorsa yandın. Yoksa kahveci mi derler adama! Tekdir ile takdirin en çabuk uygulama alanıydı kahveler. Birazdan ihtiyarlar içerisi soğuk diye yeri göğü inletir alimallah!
Evin kapısını bismillah deyip açmamla, kar savruntusu gözlerimi burun deliklerimi doldurdu buz gibi. Neyse, öyle olsa da yakıcı bir soğuk sayılmaz. Kar iyice yağmış hava boşalmış, rahatlamış, ortalık sakin düştüm yola.
O devirde kadınlar komşu ziyaretlerinde erkekler kahvehanelerde büyük zatları, eren evliyaları anlatmayı pek severdi. Kahramanlarla yoksulluk yenilirdi. Ulu kişilerin soluğu bıçak gibi keserdi kederi. Kutlu ruhlar çaresizliğin çamurundan çeker alırdı fukarayı. Ayaz diner, ay düşerdi geceye Hızırla birlikte!
Işık olmuş, ak sakallı derviş eşgalinde gelmiş. Hırpani dilenci kılığına girmiş devasa uzun boylu, binyıllarca yaşamış. Tepeden tırnağa safi iyiliğe kesmiş ve umudun som taşıyanı olmuş büyük zatlar anlatılırdı saatlerce.Çayı ben,sözün çöpünü kalpler süzerdi behemahal!
Kara bata çıka yürüyorum. Ne gam, hınzırlık aklımda her dakka rahmetli babam gibi. Bereket ki yumuşak karda rahat yürünüyor güneye meyletmiş yolda. Zalım beyaz kuğurdanıyor lastik çizmelerimin altında. Dedim ki içimden! eğer koşa koşa gidersem hem çabuk ulaşırım, hem de atacağım adımlarımın arası çok uzun olur.
Eeee! Malum henüz kimse geçmemiş. Zemin tül gibi hiç iz yok.İlk benim adımlarım olacak yolda.
Peki sonra?
Sonra koşmaya başladım.
Düşündüğüm gibi adımlarım birbirine çok uzak,çizmelerimin bıraktığı izlerde koşarken kaydığım için normalin neredeyse iki misli büyüklükte oluyordu.Tamam işte istediğim gibi. Biraz sonra kahveye damlayan ihriyarlar dev gibi uzun, ayakları kayık gibi kocaman,gövdesi aha şu asırlık çınar kadar geniş bir ulu kişi yolda kalanlara,darda olanlara yardıma koşmuş diye anlatacaklar!. Ben de mağrur “Hızır hazır nazır” diye ateşleyeceğim sohbeti. Bir ciddiyet,bir cesaret ve bir umut beyazı olacak kar dışarıda. Ambarı boş olan bile yeise kapılmayacak gayrı.O devirde insan çeşit çeşit ama umut hep aynı. Ekmek parası, çulu bezi, bir de üstünkörü damı olsun, ne ister gönül bundan ayrı!
Biz böyle ruhunu karla yıkamış,canını aksütlerle doyurmuş düş ülkesinin yolcularıydık.Toz kadar sevinci azıcık umudu ve bize ömür diye verili koca çukuru silme hayallerimizle doldururduk. En saf inançlarımızla ruhumuzun zahirine ak giyitler giydirirdik.
Ama işte ben, muziplik ruhunu kurt gibi kemiren kahveci Yaşar hınzırın hınzırı adam kapıya on metre kala tepetakla oldum.Birkaç metre sürüklenip şapka bir yere, kapının anahtarları başka bir yöne yuvarlandık! Başımı belimi oğuşturarak, el yordamı ile gırtlağımdan göğsüme giren karları temizleyip doğruldum. Şapkayı arka cebime koyup titreyen elimde anahtarı yerden alarak kapıyı açtım. Sen misin insanları kandırıp sokaktan evliyalar geçmiş dedirtecek! Sonra da karşılarına geçip gülecek gafil. Gör bak başına geleni. Gör ki her dara düşende başında biten ululanmışları kurtlanmış aklınla nasıl incittiğini.
Aldı mı garip canımı koyu bir korku! İçeri girmeden tekrar silkeledim üstümü başımı. İşaret saydım başıma geleni ve bir daha asla alet etmen hınzırlığıma dedim aziz ruhları.
Bak ihtiyarlar tek tek geliyorlar işte.Soba kudurmuş, kordan kıpkırmızı. Çay ocağı buhardan, kendini odunların üstüne sermiş kedi keyiften mırmırlanıyor.
Ben karlara, hacı efendi tepeden tırnağa nurlara banılmış halde karşılıklı konuşuyoruz. Dedi ki “Gece Hızır karla gelmiş yolda ayak izlerini gördünüz mü efendiler, ne kadar iri. Nasıl uzun adımları varmış. Breh mübarek bir ayağı burda,öbürü teeey havuzun başında! Kurban olduğum Rabbim güvenip de göndermiş,gücendirmeyelim biraderler..dua edelim mübareğin şanına, itibarına.”
Desem ki ben yaptım!
Desem ki nefes nefese, koşa koşa ve koca koca adımlar attım, öldür Allah kimseyi inandıramam. Bilirim içlerinden ne geçecek. Kutlu ruhları ikrar yerine inkar eden hayın diyecekler zatıma.
Sustum bende!
Vallaha ne diyeyim, kime ne diyeyim artık.
Amma da fena düşmüşüm ha! Belim ağrıyor,ense köküm zonkluyor. Sana sğındım ya Hızır; sen yardım et bu hınzır Yaşar'a, te her yanım döküyor,dökülüyor.
Su gibi dupduru aktı yıllarımız. Dile kolay yüz yaşına basmama tam bir ay var. Bunca yılı bir aya ve beş on sayfaya sığdıramam ki. Fakat bizden sonra bizi duymak isteyenler,eğer oralarıda talan edilmezse Ortaköy'de Kocaçayıra, Kıran mevkiine, Suatlar Çeşmesine, Boğa Çayırına gitsinler.
Karakovaların,yarpuzların,dirfillerin terkedilmişliğinde olacak sesimiz.