Görmek için illa ki ışık mı gerekir?
Sen aydınlığını fark et diye, bazen dışarısı karanlık olur.
Sen kendi içindeki ışığı yak diye, bazen aydınlıklar karanlık olur.
Asıl karanlık dışarıda mı?
Yoksa içeride mi?
Peki, asıl aydınlık nerede?
Eğer sen karanlıktaysan, dışarıdaki aydınlık ancak sen ışığa baktığın sürece seni aydınlatabilir.
Ancak ışığın etrafında olduğun sürece aydınlanırsın. Eğer içindeki ışığı yakarsan, dışarısı karanlıksa bile etrafını aydınlatabilirsin.
Gece ve gündüz bir olduğunda, bir gün diyoruz adına. İçerisinde saklı aydınlık ve karanlık.
Tıpkı insan gibi. İnsanında içinde saklı gecesi ve gündüzü; aydınlığı ve karanlığı.
Aydınlığa kavuşmak için alacakaranlıktan geçmek gerekiyor, birdenbire sabah olmuyor.
Ve insan ancak karanlık yanını fark ettiğinde ve aştığında büyümeye ve gelişmeye başlıyor.
Peki, senin karanlık yanın ne?
Aydınlığa erişebilmek için fark edip geçtin mi o karanlığı?
Yoksa karanlıktan korkup geri mi döndün?
Yaşadığımız dünya zıtlıkların bir araya gelişinden oluşur. Bir varlığı tanımlamak için zıddına ihtiyaç duyduk her zaman.
İyinin varlığını kötü ile güzelin varlığını çirkin ile gündüzün varlığını gece ile öğrendik.
İnsanın doğumu ve ölümü, gecesi gündüzü gibi. Önce karanlığa doğduk ana rahminde, sonra ışığa doğduk dünyaya. Işık rahatsız etti, görmeyi henüz bilmeyen gözlerimizi, sonra tanımaya başladık.
Tanımaya başlayınca tanımlamalar da başladı. Anne, baba, siyah beyaz, iyi kötü, güzel çirkin, kavramlarımız oluştu. Ayırdık dünyayı iyiler ve kötüler olarak, onlar ve biz olarak.
Ne kadar çok kavram oluştuysa o kadar çok bölündük. Bölündükçe uzaklaştık, uzaklaştıkça karanlıkta kaldık.
Önümüzü göremeden nereye gittiğimizi bilemeden yürüdük karanlıkta.
Sonra bir ışık yandı içimizde!
O ışık, içeriden dışarıyı aydınlatan bir ışıktı.
Artık körlük bitmiş karanlıklar aydınlanmıştı.
Bu aşkla her yere yeniden bakmaya başladık, kelimelere, kavramlara, duygulara…
Eledik ait olmayanları, ayrıştıranları, bizi kendimizden uzaklaştıran kavramları, terk ettik körlüğü!
Git gide derinleşen aydınlık o kadar ışıdı ki, yine hiçbir şeyi göremez olduk.
Her yer o kadar beyaz ki, ışık kör ediyor insanı, tıpkı Dünya'ya ilk doğduğumuz gibi.
Gözümü neden açıp kapattığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Her an o ikisini bir arada yaşamam gerektiğini de şimdi idrak ediyorum.
Bütün zıtlıkları bir etmem gerektiğini, her şeyin aşırısının insanı kör edeceğini de daha iyi anlıyorum.
Havanın durumuna göre görüşümüz şekil alıyor. Hava bizim nefesimiz, hava bizim Allahın her an sizinleyim dediği şah damarımızdan daha yakın olan nefesimiz. Berrak ve duru bir havada uzaktaki yerleri bile görebiliyorken, hava kapalı iken sadece yakını görebiliyoruz.
O zaman diyebilir miyiz ki aldığım ve geri verdiğim bu hava, bu nefes içeriyi dışarıya taşıyor.
Her nefes alışımda dışarısı da içime doluyor.
Karanlığın aydınlığı, bir metafor olarak kullandığımızda, bu ifade bize, zorlukların veya zor zamanların içinde dahi umut ve aydınlık bulunabileceğini ifade ediyor.
En karanlık anlarda bile bir çıkış yolu veya umut mutlaka vardır.
Görüşün körlüğü ise; her şeyi gördüm dediğimiz anda yaşadığımız körlüğü anlatıyor diyebiliriz.
Her gecenin bir gündüzü her gündüzün bir gecesi var. Günü bir etmeye niyetle.
Hakikati, hakikatle görmeye, içimdeki ışığın parlayarak dünyamı aydınlatmasına, kendime olan körlüğümün şifalanmasına niyet ediyorum.